Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde Geleneksel Sanatlar eğitimi tamamlayan Esra Karaduman, ardından özel davet ile Harvard Üniversitesi’nin Floransa’da yer alan Rönesans Araştırmaları Bölümü’nde yüksek lisansını tamamlamış ve orada Batı Rönesans görsel sanat teknikleri üzerine araştırmalar yapmıştır. Sanatçı eğitiminde minyatür sanatı üzerinde yoğunlaşmış olsa da minyatürden ödünç aldığı teknik bilgiyi güncel sanatın dili ile sentezleyerek kendine özgü melez eserler ortaya çıkarır. Minyatürün dolaysız, adeta belge niteliği taşıyan anlatım biçimi sanatçının arzu ettiği esnekliği ve ifade biçimini karşılamaz, ancak minyatürden hem beslenen hem de onu dönüştüren sanatçı kendi kişisel tarihine ve doğu sanat tarihine minyatür tekniğini kullanarak geçmişi referans aldığı bir gönderme yapar. Sanatçı; ”Hatırlama yeniden bir tanımlama süreciyse eğer, geçmişi yeniden üretmek için bilmediğim bir çağda dolaşmaktansa kendi belleğim içinde gezerek kişisel tarihimi oluşturmayı ve yeni bir hikâye yazmayı tercih ediyorum. Bunun içinse minyatürün açık anlamlarından sıyrılıp, olayları birebir çizmek yerine “imgeler sağ kalır” düşüncesiyle hatırlamayı metaforlarla anlatmaya çalışıyorum.” sözleriyle kendini ifade eder. Karaduman böylece minyatür sanatını klasik bir kitap sanatı olmaktan çıkarıp yeni bir anlatım dili yaratır ve güncel sanatın estetik dili ile minyatür arasında gezinen hibrit eserler ortaya koyar. Eserlerinde daha çok kendi hayat hikayesinden yola çıkarak kurgu ve gerçeklik arasındaki kesitleri resmeden sanatçı, hatıra / hatırlamak, kadınlık halleri, kadın ve doğa arasındaki ilişki gibi konuları kendi ürettiği organik kağıtlar üzerinde çalışarak doğayı ve kadın bedenini merkeze alan eserler üretir.
Dilara Fidancan: Minyatür sanatının islam dinini ve tarihini yansıtmasının aksine kendi iç dünyanızı aktarmışsınız, bunun için örnek aldığınız bir sanatçı var mıdır?
Esra Karaduman: Minyatür sanatı fotoğrafın olmadığı bir dönemde belge niteliği taşıyan bir kitap sanatıydı. Ben o dönemde yaşayıp, o dönemi bilmediğim için kendi kişisel tarihimi oluşturmak arzusuyla iç dünyama yöneldim. Bunun için örnek aldığım bir isim olmadı çünkü henüz çağdaş minyatür sanatı yeni yeni bizlerin üretimleriyle oluşuyor. Ama Doğu ve Batı sanatı arasında gidip gelerek çokça yaptığım okumalarda etkilendiğim sanatçılar oldu ama spesifik olarak bir isim veremem. Bizden sonra gelecek nesiller için biz bir örnek teşkil edeceğiz.
DF: Eserlerinizde bazı yerlerde geleneğin aksine kendi iç dünyanızı aktarırken, bazı yerlerde minyatür sanatında da sıkça kullanılan çiçeklere yer vermişsiniz. Sanatınız hakkında geleneksel açıdan ne düşündürüyorsunuz?
EK: Minyatür sanatı açık anlamlar üzerine kurulmuştur yani bir hikaye anlatır. Biz el yazması kitaplarda hikayeyi okur ve resimlerde de seyrederiz oysa ben çiçekleri metaforik/sembolik anlamlarına göre kullanıyorum. Böylece minyatürü klasik hikayecilik anlayışından çıkarmış oluyorum.
DF: Eserlerinizden bahsetmişken imge ve figürlerden de bahsetmesek olmaz. Eserlerinizde kullandığınız geyik figürünün sizin için anlamı nedir?
EK: Geyikler minyatür sanatında hayvanlar aleminin hayat ağacıdır. Hem güçlü, hem zarif hem de mücadeleci tarafıyla bize pek çok şey anlatır. Kırılan boynuzlarının yok olmayıp yeniden büyümesiyle de sonsuz yaşama işaret eder.
DF: Ayrıca, eserlerinizde doğal kağıt ve altın kullanmanızın sembolik bir amacı var mıdır?
EK: Altın geleneksel sanatların en temel malzemelerinden biridir. Organik kağıt kullanmam ise tamamen benim tercihim çünkü doğadan gelen ve bizimle şekillenen ve üretim sürecinde hala yaşayan ve varlığını kendi içinde devam ettiren bir malzeme.
Ela Yavuz: Eserlerinizde kullandığınız hayvanların metaforik bir anlamı var mı? Resmedeceğiniz hayvanları seçerken mitolojilerden vb. esinleniyor musunuz?
EK: Yukarıda kullandığım geyik motifinin anlamını açıklamıştım. Mitolojiden esinlenmiyorum daha çok seçtiğim hayvanın benim iç dünyamdaki karşılığıyla ilgileniyorum.
DF: Sizi tanımaya ve deneyimlerinize odaklanacak olursak, içgüdülerinize ve doğaya önem veriyor gibisiniz; sizce insan özüne mi dönmelidir?
EK: Her insan keşke özüne dönebilse ama özellikle sanatçılar iç dünyalarıyla daha ilgili insanlar oluyorlar. Çünkü tamamen hissettikleri üzerine üretiyorlar. Doğa ise bizim özümüze dönebileceğimiz tek yer.
Irmak Uyanmış: Sanatta, özellike el sanatlarında, en ufak bir hatada ortaya çıkarılmak istenen iş çöp olabiliyor. Deneyimlerinize göre bu tarz bir durumda bulundunuz mu?
EK: Öncelikle belirtmek isterim ki minyatür sanatı bir el sanatı değil geleneksel (traditional) sanattır. Evet işlerde ince işçilik yani zanaat kavramı oldukça büyük yer kaplar ama bana göre mükemmel diye bir şey yoktur o yüzden çizdiklerim de teknik açıdan mükemmel olmak zorunda değil çünkü asıl olarak anlatmak istediğim şey her zaman duygudur.
IU: Son olarak; bildiğiniz üzere el sanatları ülkemizde fazla rağbet görmüyor, buna rağmen üniversiteyi bu dallar üzerine okumanızdaki motivasyonunuz neydi?
EK: Ben Marmara Üniversitesi Geleneksel Türk Sanatları bölümünde eğitim aldım. Kendi isteğimle seçtiğim bu bölümde Doğu sanatı hakkında derinleşmek daha sonrasında Batı sanatıyla mukayese yapabilmemi sağladı ve bu vesileyle bugünkü çağdaş ve hibrit anlatım dilime ulaştım. Ama belirtmeliyim ki; artık geleneksel sanatlar ülkemizde oldukça popüler bir şekilde tanınıp, bilinmektedir.
Değerli paylaşımlarından dolayı Esra Karaduman’ a teşekkür ederiz.
1940’ta İstanbul’da doğdu. 1956’da Yapı Meslek Lisesi’ni bitirdi. 1961’de İstanbul Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu (şimdiki adıyla Marmara Üniversitesi) Dekoratif Resim Bölümü’nde öğrenim gördü. 1963’te Federal Almanya (DAAD) sanat bursunu kazanarak Stuttgart Akademisi’nin bünyesindeki mimarlık atölyesinde duvar resmi ve teknikleri üzerinde araştırma yaptı.1960’ta İstanbul Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu öğretim kadrosuna katıldı. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde Sanatta Yeterlik eğitimini tamamladı.1965’te Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. 1985’te Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde profesör oldu ve aynı yıl Resim Bölümü Başkanlığı görevine başladı. 1985-1996 yıllarında Çamlıca Sanat Evi’nde özgün baskı çalışmaları yaptı. 1970’te davet edildiği Salzburg Yaz Akademisi’nde baskı teknikleri üzerine çalışmalar yaptı. Ardından 2004, 2009 ve 2015 yıllarında da İstanbul Grafik Sanatlar Müzesi bünyesinde özgün baskı çalışmaları yaptı. Eserleri Almanya, Japonya, Hollanda, Belçika ve Amerika’da sergilerde ve Oslo Bienali’nde yer alan Pilevneli, yaşamını ve sanat çalışmalarını İstanbul’da sürdürmektedir.
Mustafa Pilevneli: Sevgili
arkadaşlar, nasıl mutluyum size kelimelerle anlatamam. Çünkü düşüncenin
fevkinde bir yere geldim. Böyle bir coğrafyayı seneler öncesinden tanıyorum.
Ben güzel sanatlarda okurken buraya bir mimar arkadaşımla gelmiştim. O bir yer
almak için araştırırken bana dedi ki: “Sen de al.” Ben de o zaman talebeyim ama
para kazanıyorum. Nasıl kazanıyorum? 1957 Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu o
zamanlar yüksekokul değildi. Tatbiki Güzel Sanatlar Okulu’ydu. Hep hayalim
Mimar Sinan Güzel Sanatları’na girmek idi, çocukluktan beri. Çünkü benim
ortaokuldaki resim öğretmenim… Demek ki o zamanlar öğretmenler varmış. Şimdi
“Hocam! Hocam!” diyorlar. Rahmetli Tuncar SAYLAR derdi ki: “Hoca camide olur!”
Herkes bana der ki “Hocam, hocam!” ama ben hoca değilim, öğretmenim. Ben,
ortaokul birinci sınıfta iken aynı, şimdi, o günlerdeki hayaldi ve pırıl pırıl
belleğimdeki bir zaman diliminden bir kadrajı gördüm. Sizin, içeriye girdiğim
zaman gördüğüm o toz, oradaki alçı, o kompozisyon, klasik eğitimde hep olan
şeyler. Benim de o zaman okulda böyle şeyler vardı. Fakat ilk dersi
unutmuyorum, o ilk dersi. Ortaokul 1. sınıftayım, yani o zaman ne oluyor… 12
yaşlarındayım. Ben ilkokula da önce gittim. 6 yaşında gittim. Çok yaramaz bir
çocukmuşum! Beni bin bir rica ile aldılar. Ve o ilk derste hatırlıyorum. En
arkadayım, öğretmen bir sehpaya bir şarap şişesi ve bir limon koydu. Şimdi… bu
kadar mesafede bunları görmek zor! Ben öne geçmek istedim, önde boş yer vardı.
Öne geçtim ve öğretmenimiz herkesten kompozisyonu yarım resim kağıdı kadar,
kendi açımızdan, kurşun kalemle çizmesini istedi. Yani daha ilk ders. Ne var,
ne yok onu araştırıyor herhalde öğretmen. Orada oturdu, hiç unutmuyorum,
Cumhuriyet gazetesini aldı ve okuyor. Ben söz istedim. Ön tarafa geçebilir
miyim, dedim. Geç, dedi. Ve şimdi hepimiz çiziyoruz. Ben de çiziyorum lakin
derken o sessizlikte… eski bir Fransız okuluydu. Uzun sıralar, ben sıranın en
başındayım, hoca yanımdaki koridorda gidip geliyor. Derken burada ben
oturuyorum, hoca kulağımdan tuttu! O kulağımı tutunca ben de ayağa kalktım.
Önümdeki kağıdı aldı. Birlikte üç merdivenli, yeşil, koskocaman yazı tahtasının
oraya çıktık. Benim kulak çekildiği için de ben heyecanlıyım: Ne oluyor?
Çizimimi sınıfa gösterdi ve beni onurlandırdı. Yanağımı sevdi, özür diler gibi.
Dersten sonra beni öğretmenler odasına götürdü. O resim yanında. Bütün diğer
öğretmenlere gösterdi. Ve hafta sonunda… değil de, o zamanlar çarşamba gününde
öğleden sonra okul yoktu, tatil. Ailene söyle, dedi, seni bir yere götüreceğim.
Çocuklar bunu anlatıyorum, özel olarak
anlatıyorum. Bir öğretmen, kendi evladı gibi el ele tutuştuk, Kadıköy’den
tramvaya bindik. Üsküdar’a gittik. Üsküdar’da o zaman yandan çarklı vapurlar
vardı, Kabataş’a geçtik, beni bir okula götürdü. Akademi’ye. Ve Akademi’de beni
gezdirdi, heykeller gördüm. Bir odaya girdik, ilk defa anadan doğma kadın ve
erkek gördüm, çıplak. Heykel yapıyorlar. Bir sınıfa girdik, model çiziyorlar,
çıplak. Ve bir ihtiyarın elini öptü hocam, sonradan öğrendim onun Çallı
olduğunu. Düşünebiliyor musunuz bir aileyi? Ve ben o gün virüsü kaptım! Kolera,
Verem, neyse işte… Ne derseniz deyin, ben o virüsü kaptım. Ve karar: ben ressam
olacağım! Öyle zamanlar oldu ki, ailemden değil de, ailemin yanında falanca
teyze anneme diyor ki: “Ressamlar verem olur.” Yani onlar kendi aralarında
mahalle dedikodusu yaparlar. Çünkü o çocuk tutturmuş da tutturmuş, ben ressam olacağım.
Kimisi doktor olacağım der, kimisi mimar olacağım der. Ben ressam olacağım ama onun bir önü var, onun önü Kadıköy Halkevi. Yıl 1945 veya 46, 6 yaşlarındayım sanırsam, halkevine dadandım. Çünkü halkevinde spor var, sinema var, sanat var, kütüphane var… Halkevi, adı üstünde! Kütüphane orada. Ben, okuma yazma bilmememe rağmen, o resim kitapları benim okuma kitaplarımdı. Yani onları emercesine dalıyordum, hatta bazen öyle dalıyordum ki yanımda top patlasa haberim olmuyordu. Onlar resim kitaplarıydı, sanat kitaplarıydı, ben de bir şey yaparım. Ben, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinde temel sanat eğitimi dersleri yaptım, orada bölüm başkanıydım. Bütün bölümlerimizin öğrencilere, sanatçı adaylarına rengi, çizgiyi, biçimi, kompozisyonu ve kompozisyon değerlerini anlatırken bu gibi değerlerin alfabesine değindim. Burada (Okulda) da öyle bi şey erken de olsa başlamış. Bu benim için sevindirici çünkü bunların içerisinden yüzde yüz bi şey çıkacak. Benim mavi saçlı kardeşim nerede? Hah, burada! Şimdi, mavi saçlı, söyle bakalım onlar da duysun. Biraz önce konuşurken şunu söyledim: ne olur bizim cumhuriyetin sanatçılarını tanıyın, onların içlerini görün. Bu gayet kolay, bugün o kadar çok müze var ki, o kadar çok sergi açılıyor ki, o kadar çok kitap var ki dünyada… Benim öğrenciliğimde, 1957’de ben para kazanıyordum. Almanya’ya gittim. Bizde o zaman Türk öğrenciler 2 kişi, yani biz öğrenciyken bizim bütün programımız ona göre düzenlenirdi. Biz yaz stajını Batı’da, Mercedes Otomobil Fabrikası’nda yaptık. Ama nasıl çalıştım! Ben ilk kez yani, ne yapacağım bu fabrikada, dedim. Beni basit bir sınava tâbi tuttular. Böyle bir odada, şu büyüklükte metaller ve boyalar, (zemin rengini gösterir) orijinal boyalarla şu nüansı nasıl yapacağım? Ama bunun gibi mavisi var, grisi var, otomobil fabrikası. Otomobil renklerini düşünün. Şu renkte otomobil var mesela. Şu renkte otomobil var. Lacivert var, mavi var, o nüansı bulmak için önce bir sınavdan geçtik. Ondan sonra ben varillerle renk yapıyorum, yani bana verdikleri rengi ben varille yapıyorum çünkü onunla birkaç araba boyanacak. Şimdi onların hepsini bilgisayar, computer yapıyormuş. İşte teknik ilerledi. Bunu niye anlatıyorum: sanatın çok değişik evrelerinde, çok değişik branşlarında, çok değişik bulvarlarında oldum. Hatta bir kulvarda çok hoş bir beraberliğim de sevgili Bedri Rahmi. Oradaki aileye bu mistik reis dedi, hepimiz bir şey yapıyoruz. O, pentatlon sanatçısı olacaksın dedi, pentatlon ne demek biliyor musunuz? Pentatlon sanatçısı koşuda, atlamada ve çeşitli branşlarda en iyi olanlara denir. Ben, resmim için şöyle bir kartvizitimi getirdim ama ben bu değilim. Onlar burada yok. Türkiye’nin en iyi mimarlarıyla çalıştım çünkü güzel sanatlar okulunda asistan olarak çalıştığım konu mimarlık ve sanat. Mimarla birlikte sanatın yeri tavan, taban, duvar.
Mustafa Pilevneli: O kirazlar
böyle zeytin gibi olur, gayet tatlıdır. Karadenizliler ondan likör yaparlar.
Hatta Atatürk’e onun likörünü verdikleri zaman Atatürk beğenmiş, sonra demişler
ki bir isim koyalım buna: Beğendik.
Aklınızda bulunsun, Türkiye’de beğendik diye bir likör vardı zamanında. Şimdi
likör içen pek yok. 60’larda falan popüler bir şeydi. Evlerde misafirlere
mutlaka likör ikram edilirdi. Likör kadehleri vardır, onlar gümüş şeylerdir,
misafir odasında kapaklı yerde durur falan. Şu an misafir odası yok, likör yok,
öyle aile sohbetleri de yok. Çocuklar, bunları söylerken bir de ne diyorum
biliyor musunuz? Çok şey kaybettik ama o çok
şey kaybettiklerimizi toparlayacak olan sizlersiniz. Hemen şimdi burayı
gördükten sonra ve senin (bir öğrencimize ithafen) dönmenden sonra… Bedir Rahmi
Eyüpoğlu: ressam, şair. Bu güzel adam hep derdi ki: “Git ama ne olur dön. Ama
git. Ama dön!” Yani gördüklerini buraya taşı, çok önemli, şimdi maalesef bizim
gençlerimiz gidiyorlar ve gelmiyorlar. Bu çok kötü bir şey, biz kültür
değerlerimizi, beyinlerimizi böyle kaybedersek bizim sonumuz çok kötü olacak.
Arkadaşlar, sizler sadece sanatla ilgilenmeyin, ne olur politikayla da
ilgilenin. Yani bugün Türkiye’de ne oluyor ne bitiyor… Haberleri mi
dinleyeceksiniz, gazete mi okuyacaksınız; ama hangi gazete, hangi kısmı, hangi
yazarı. Ama ne oldu, bakın yine ilginç bir şey söyleyeceğim: 1957-1958
senesinde ben her gün harçlığımdan 25 kuruşu Akşam gazetesine, 10 kuruşluk
zamanından beri Cumhuriyet gazetesine verirdim. Benim kapı komşum Ermeniler,
Rumlar ve Yahudilerle biz bir arada büyüdük, öyle bir mahalle. Kadıköy’ün böyle
kozmopolit, hoş bir tarafı vardı. Kiliseye beraber gidilir, onlar bize
bayramlarda gelir, biz de onlara giderdik. Yani kardeş gibiydik, hala kardeş
gibiliğim devam eden Atina’da arkadaşlarım var. Birkaç gün sonra ayın (Noel zamanı) 24’ü olduğu zaman Ogo’yu
arayacağım. Küfür edeceğim, Türkçe! Ulan,
diyeceğim, niye gelmiyorsun? O diyor bana: Bana Türkçe küfür et ulan, diyor.
Özlemiş, anlıyor musunuz? Yani öyle bir arkadaşlık, kardeşlik!
Burada en güzel şey yerdeki zemin rengi, zemin rengiyle eşitlenen beyaz, pencerelerdeki gri. Biraz ürkek… yani buranın bir renk terapisi, rengi. Mesela burada pencereler olmasa yeşili göremeyeceğiz, yeşili yaşıyoruz bunlar ile beraber. Bunlar ile hoş… baharda kim bilir, onların arasında küçük küçük renkler olacak. Yani olağanüstü bir tabiat içerisindesiniz. Çok güzel bir binalar silsilesi düşünülmüş, yapılmış. Ben mesela, geçerken bir şey önerdim. Onu okul müdürüne de söyledim; spor hocası da oradaydı, müdür yardımcısı da oradaydı. Dedim ki “Sizin bir kule var, saat kulesi mi? O saat kulesi, ben onu boyadım, oradan geçtim.” Mesela siz olsanız, o binayı ne renk yapmak istersiniz? Sen söyle bana…
Elif Çele: Mor ya da maviye
kaçan bir renk yapardım.
MP: Sen de söyle.
Bilgesu Aydınbelge: Emin
değilim.
MP: Bak, ben sana yardım edeyim.
O kulenin etrafında en çok hangi renk var?
MP: Şöyle bir üçgen düşünün;
sarı, kırmızı ve mavi. Kırmızının karşısı?
NA: Yeşil.
MP: Sarının istediğini
söyleyeyim o zaman: turuncu. İşte o kuleyi turuncuya boyadım ben.
…
MP: Şimdi benim önerim, bu
binaların içerisine yer yer önce renk; sonra bir sanat eseri (icra
edilmesidir.) Mesela, bu sanat eserinde bir mozaik deseni kullanılması gündemde
olabilir. Çünkü mozaik bir imece işidir.
Bir birliktelikten ortaya kısa zamanda çıkar, daha virtüözde yer alır ve bazen portrelerde olur. Bir an için Bizans ve
Roma sanatına gidebilir. Bahsetmişken, hadi biraz Osmanlı esintilerinde, Bizans
topraklarında dolaşalım. Dönemde, mozaik portresi yapan sanatçılar farklıdır.
Mozaik sanatında duvara tek tek bir freks çizer ve sanatçılar belirli bölümleri
farklı farklı işlerler… Sizin bilmediğiniz bazı sıva teknikleri olabilir. Oksit
boyaların ilk örneklerini ben yapmıştım, atölyeye gelirseniz göstermeyi çok
isterim.
Son senelerde
metallerle ve alüminyum ile uğraşır oldum. Bu eserlerin en önemli örnekleri
Eskişehir’de yer almakta, bununla beraber birtakım yazılarım ve eserlerimin de
yarışmalarda kazandığı oldu. Aynı zamanda sipariş üzerine yapılmış bazı
alüminyum eserlerim de oldu.
Ben metallerle
sanat yapmaya işin mutfağında başladım: Fabrikalarda asitlerle ve boyalarla
uğraştım. Sanat, bilirsiniz, zor bir iştir ve emek ister. Eğer size de burada
yeterli malzemeleri verseydik siz de uğraşıp yaparsınız, tabii bir de usta
lazım size. Ben işin şakasındayım tabii, yarın öbür gün bir şey yapmak
isterseniz yardımcı olmak isterim.
Nehir Adıgüzel: Konu konuyu
açarken elbet ki bölmek istemem, yalnız size sormak istediğimiz bazı sorular
var.
MP: Dün akşam çalıştığım
sorular!
NA: Evet, evet. O sorular. Müsaadenizle
başlıyorum: Eserlerinizin çoğunda deniz göl veya su birikintisi görmekteyiz.
Ayrıca camii ve deniz feneri yapıları da benzer şekilde sıklıkla göze
çarpmakta. Özellikle bu imgelere yer vermenizin bir anlamı, özel bir sebebi var
mıdır? Neyi simgelemektedirler?
MP: Arkadaşlar, ben ilkokula
altı yaşımda başladım. Dedim ya, çok yaramazmışım diye. Bin bir rica ile beni
okula aldılar. Bir gün bizim sınıfı öğretmenimiz Fenerbahçe’ye götürüyor.
Bilmiyorum tabi Fenerbahçe’nin ne olduğunu, semti bile bilmiyorum. Arkadaşlarla
şarkılar, türküler söyleye söyleye gitmiştik. Bütün arkadaşlarım koşup oynarken
ben bir ağacın altında Fenerbahçe kulesinin resmini çiziyordum. Elimde bir sarı
defter vardı ve o dönem en sevdiğim defterdi. Ayrıca babamın jiletleri ile
açılmış kalemleri de çok severdim. Fenerbahçe eskisinden daha kalabalık tabi şu
an ama eskisi gibi köprü yok… Benim resimlerimde Fenerbahçe Kulesi çok var,
hatta başka bir röportajda gazeteci de benzer bir soru sormuştu. Gazeteciye
cevap olarak “Ben Sülün Osman’dan daha çok kule sattım.” demiştim.
…
MP: Bayılıyorum sarı deftere.
İkincisi sevdiğim şey ne biliyor musunuz? Kalem fakat kalemin de boyasızı.
Babamın jiletleriyle ilk defa, küçücük çocuğum, kalemin bütün… bakın şimdi ben
geriye böyle bağlayıp geriye sarıcam. Kazıyorum. O kalemin ahşabı çıkıyor ne
güzel. Bayılıyorum ona. Ve ben, karşımda, o zaman Fenerbahçe sakin, şimdiki gibi o kadar fazla, tıkış tıkış
ağaçlar yok. Daha çok çamlar denize doğru ve şimdiki gibi köprüler de yok. Bir
tek bir plaj var, Fenerbahçe Burnu, kayalar… Hepsi var orada. Kayalar var, plaj
var, dalyanlar var. Her şey var. Ve o kule… Bugüne kadar görmediğim, yuvarlak
bir şey. Ben onu oturup çiziyorum. Öğretmen bir ara geldi “Sen ne yapıyorsun?”
dedi. Ben de sınıfın en küçüğüyüm. “Yani, sen oynamıyor musun?” Ben halbuki
nerelerde oynuyordum orada. Baktı. O zaman öğretmenlerin düdüğü vardı. Düdüğünü
çaldı. Düdük öttü. Hepsi serçe gibi toplandı. Benim defteri gösterdi, ortaokulumdaki resim hocası gibi.
“Bakın!” dedi, “Ne yapmış!” Arkadaşlarım hayranlıkla baktılar. Onlardaki o mutluluğu
ben de gördüm. Sevindim. Bana bir kupa verdiler. Küçücük bir kupa. Ama ben
kupayı beş dakika sonra: bir tane leblebici geldi, o metale bakıyor… Bak, dedi.
Leblebi şekeri de veririm, leblebi de veririm, dedi. Al, dedim. Öğretmen sonra
dedi ki “Ne yaptın sen kupanı?” “Ona verdim.” Benim ilk ödülüm, öyle bir küçük
kupaydı ama yok. Yani Cocacola
şişesini bile saklar insan öyle bir zamanda değil mi? Çocukluk işte. Onun için
ben çok severim fenerleri ve resmetmeyi onları. İçinde göreceksiniz.
Koleksiyonlarım var. Bu, Bizans döneminde Fenerbahçe’deki, bu aslında şeydi-
kayalığa dikkat et – denizciler için bir fenerdir. Ve Bizans’a ateş yakılır. Bizans
da karşı taraftan, yani Körler Şehri’nden Bizans’a işarettir. Şimdi o şakır
şakır yanar. Bakın mesela bu da resmin dışında da yaptığım çok özel bir şeydir.
Bu görmüş olduğunuz, 1975 senesinde Arkeoloji Müzeleri Büyük Ödülü almıştım bu
işle. O zaman bu boyalar Türkiye’ de yoktu. Ve biraz önce bir şey söyledim, ben
öğrencilik yıllarımda para kazanıyordum ve vitrin dekorasyonu yapıyordum.
Züccaciye üzerinde. Züccaciye nedir biliyor musunuz? Züccaciye; çatal, bıçak, ıvır zıvır satan dükkan. O
vitrini yaparken, kahve cezvesini rengarenk, alüminyum renkli… Bende jeton
düştü. Bu nasıl boyanmış? Çünkü
ateşte bozulmayacağına göre, demek ki bu işte bir iş var! Ben böyle, peşine
düşerek iş yaptım ve kazandım. Benim alüminyum fabrikalarına düşmem tesadüfle,
bir arkadaşıma rastladım. Ne yapıyorsun, ne var ne yok, hoşbeş sohbetten sonra
“Ben,” dedi “Yunus’ta Aksan Fabrikası’nda muhasebeciyim.” Ben daha talebeyim.
Aksan Fabrikası’nda alüminyum sözü geçti ya, hemen fabrikaya gittim. O yıllarda
İstanbul’daki bütün büyük binalarda yarışmalar olurdu. Mesela Merkez’de, spor
salonunda ve onlar yarışmalarla
seçilirdi. Ve biz de öğrenci olduğumuz için katıldık yarışmaya. Çoğunlukla hep
arkadaşlarımız katılırdı. Diğer üniversitelerdeki sanat kollarından da insanlar
katılırdı ve ben o yıllarda hep kazanırdım. Yani yenilikçi iş yapardım. Ve alüminyum
malzemesini, inanır mısınız, kimden rica ettim? Fahri KORUTÜRK,
cumhurbaşkanımızın eşi, yurt dışına gidiyorlardı. Emel KORUTÜRK, Sanayi
Nefise’yi Mektebi ailesinden mezun. Yani Güzel Sanatlar Akademisi mezunu ve
cumhurbaşkanının eşi. Avni ARBAŞ’ ın sınıf arkadaşı. Bir tanesi ünlü bir
ressam, Paris’te. Fikret MUALLA’ yı himaye eden bir aile. Cimcozlar. Emel KORUTÜRK’
ün ailesi ile Cimcozlar…
…
NA: Sonraki sorumuza geçelim o zaman. Sonraki sorumuz ise-
MP: Neden mavi?
NA: Evet!
MP: Neden en çok mavi? Mavinin soyu o kadar zengin ki… Ressamlar içerisinde mavi rengini çok güzel kullananlar var. Rönesans’ta yeşil ve kırmızı kullanımı ağırlıktayken Bizans’ta asaleti temsil eden mor ağırlıktadır. Ben resimlerimi ilk başta açık havada yaptım, tabiat üzerinde çalıştım. Bilhassa deniz resimlerinin, Marmaris’teki deniz seyahatlerinin, o sualtı florasının gizem dünyası, balıkların çeşitliliği, sanat ve doğanın birleştiği o noktada mavi rengin kullanımı çok önemli. Ben “Yaşasın renk!” diyorum. Sadece mavi renk değil, çoğu resmimde turuncu da kullandım. İkonalardaki o kahverengi valörleri kırmızı dokunuşları üzerine siyah boyadıktan sonra kazıdıkça ortaya çıkarmak ve o derinlik etkilerini yaratmak… Siyah kullandığınızda rengin değerini anlarsınız. O renk daha zengin bir valör şeklinde ortaya çıkar, onu tek başına bırakırsanız büyüsünü göremezsiniz. Ama siz bir turuncunun, bir sarının etrafına siyahlık koyduğunuz zaman o renk daha başka bir canlılıkta karşınıza çıkar. Bunun en güzel örneği cam resimleridir. Dışarıdan ışık aldığı zaman o küçücük renkler öylesine bir aktif hale gelir ki… Ben cam resim örnekleri de verdim. Işık renkleri etkileyen önemli faktörlerden biri.
Değerli paylaşımlarından dolayı Mustafa Pilevneli‘ ye teşekkür ederiz.
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Resim Bölümünden 2016’da mezun oldu. 2019’da aynı kurumda yüksek lisans programını tamamladı. 2021’de “Olimpos Sergileri / Peyzaj” sergisinde yer aldı. “Zamanın Enkazı” başlıklı ilk kişisel sergisini Mixer Galeri’de gerçekleştirdi. Çalışmalarını İstanbulda’ki atölyesinde sürdürmektedir.
Nehir Adıgüzel: Merhabalar Gurur Bey, bizimle röportaj yapmayı kabul ettiğiniz ve değerli zamanınızı bize ayırdığınız için çok teşekkür ediyorum. Bu seneki röportaj ekibimizin sorularıyla sizi baş başa bırakmadan önce kendim bir soru yöneltmek istiyorum. Eserlerinizin belli bir tema çerçevesinde büyüdüğü kökeni, belli bir akım ve/veya estetik bakımından nasıl tanımlarsınız? Bu temayı, “tarzınız”ı oluşturan bu estetiği nasıl nitelendirirsiniz?
Gurur Birsin: Her şeyden önce bir tuval ressamı olduğumu söylemem gerekir. Öğrencilik dönemimden itibaren ağırlıklı olarak 19. Yüzyıl Alman Romantizmi olmak üzere pek çok akıma ve sanatçıya öykünen resimler yaptım. Sanıyorum bugünkü pentür anlayışım içinde de bu ustalardan referanslar görmek mümkün. Bir diğer yandan modern dünyanın verilerini oldukça geleneksel bir teknik duyarlılıkla ele alarak iç dünyamı yansıtan resimler yapmaya çalıştığımı söyleyebilirim.
Bilgesu Aydınbelge: Resimlerinizi incelediğimde doğanın oldukça ön planda olduğu doğrultusunda, doğanın sizin için temsil ettikleri ve eserlerinize olan etkisi nedir? Neden eserlerinizde doğa temasını merkezde tutmayı seçtiniz?
GB: Uzun yıllar boyunca ürettiğim peyzaj türündeki eserlerde doğa kavramı, benim dünyamda başat olarak bir sahne görevi görmektedir. İnsan sıcaklığından soyutlanmış sıradan herhangi bir doğa parçası, medeniyete dair en küçük bir imge eklendiğinde etkileyici sembolik ifadeler oluşturuyor. Hiçliğin ortasında yanan birkaç mum, kırık bir koltuk, yıkık bir duvarda asılı kalan ceket varoluşa, hayata dair derin anlamlar taşıyor. Doğa, bu anlamları bütün boyutlarıyla ihtiva eden geniş ve inanılmaz zengin bir sahne.
BA: “Zamanın Enkazı” serginizdeki eserlere baktığımızda zamanı ve mekanı tanımlanması güç imajlarda yer yer nesneler ve kişiler ile karşılaşmaktayız. Bu nesne ve kişilerin temsil ettikleri ve bulunma amaçları nelerdir? Kişiler ve nesneler gerçeklikten, var olan mekan ve zamandan alıntılar ve ögeler sonucu mu yer alırlar? Yoksa soyut bir dünyanın yansıması olarak mı resminize aktarılırlar?
GB: “Zamanın Enkazı” deprem, iç savaş ve benzeri bir felaketin ya da yalnızca zamanın acımasız geçiciliğinin bir takım mimari ögeler üzerindeki tahrip edici etkisini araştıran bir sergiydi. Bu etkiyle, işlevini ve ihtişamını yitirip anlamsız ve tanımsız harabelere dönüşen mimari ögeler benim için yitip giden umutların bir temsilidir.
BA: Ayrıntılara dikkat ettiğinizi ve ancak dikkatli bakıldığında görülebilecek detaylara yer verme yöneliminde bulunduğunuzu görmekteyiz. Bu bağlamda eserlerinizde ayrıntı kullanımının sizin için önemi nedir? Sizce bir sanat eseri ayrıntılı mı olmalıdır? Eserlerinizdeki ayrıntıların gözlemci bakımından hitap etme durumu eser oluşum sürecinizde nasıl ve ne miktarda rol oynar?
GB: Bir sanat eserinin ayrıntılı olması gerekir diyemem, bu kişiden kişiye değişkenlik gösterecektir fakat benim için üretim sürecinde titizlik ve özen esastır. Sanıyorum sanat ancak tutku ve özveri ile en yoğun ve rafine haline ulaşıyor. Çocukluk yıllarımdan beri oldukça titiz ve detaycı bir anlayışla eserler üretiyorum, bu zamanla daha da yoğun bir hal aldı. Zamanla izleyicilerin detaylarla çokça ilgilendiğini, detaylar içerisinde bir şeyler aradığını da fark ettim ve bu arayışa cevap vermek istedim.
Dilara Fidancan: Resimlerinizde kuş figürünü çokça görmekteyiz ve bu figürü kullandığınız bazı eserlerinize ilginç isimler verdiğinizi düşünüyorum. Bu bakımdan kuş figürü hayatınızda nasıl bir yere sahip?
GB: Kuşlar inanılmaz yaratıklar, sanırım bu gezegendeki en eski türlerden. Bazı teorilere göre küçük yapılı dinozorların bir kısmı evrimleşerek kanat sahibi olmuşlar ve bugünkü kuşların atalarını oluşturmuşlar. Anatomik yapıları itibariyle inanılmaz bir plastik zenginlik sunan bu canlıları öğrencilik yıllarımdan beri etüt ediyorum. Kuşlar, bazen ilk akla geldiği gibi özgürlük, yuvadan uzaklaşmak ve benzeri duyguları doğrudan akla getirdiği için bazen de üreme sistemlerinin karmaşıklığı yüzünden cinselliğe dair bir takım duygu ve durumları ifade etmeye imkan tanıdıkları için resimlerimde yer alıyorlar.
DF: Kanvas çalışmalarınızın yanı sıra bir çocuk kitabında da çizim yapmış olduğunuz dikkatimi çekti. Alandaki deneyim sizin için nasıldı? Çizim hayatınıza etkisi oldu mu?
GB: Aslında çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda illüstrasyon ve çizgi romanla resimle ilgilendiğimden daha çok ilgileniyordum, iyi bir çizer olmayı düşlüyordum fakat lise yıllarında yağlıboyaya beslediğim tutku, illüstrasyon dünyasına olan ilgimi oldukça azalttı ve kendimi yalnızca resim yaparak gerçekleştirebileceğimi anladım. Yine de, nadiren de olsa – belki bir tür hobi olarak – hoşlandığım projelerde illüstratör olarak yer aldım. İllüstrasyon dünyası, bir tür koş-kovala içinde geçiyor; yetişmeye, yetiştirmeye çabalayan bir hayat biçimi pek bana göre değil sanırım. Resim yaparken son sözü söyleyebilme hürriyeti benim için çok değerli.
Elif Çele: Eserlerinizde resmetmiş olduğunuz harabelerde genellikle modern bir öge görmekteyim; koltuk, yanan lamba, resim ya da uçak gibi. Eserlerinizde bu tezatlığı kullanarak gözlemciye aktarmak istediğiniz düşünce nedir?
GB: Bu motifler, her şey olup bittikten sonra geride kalan en başat duygunun ifadesidir. Yanına geldiği tanımsız duvar köşesini anlamlı kılarak aşktan, umuttan, masumiyetten arda kalanı düşündürür. Zamanın (henüz) silememiş olduğu bu kavramlar, bazen eski güzel hayatlardan, bazen de hiç yaşanmamış, boşa çıkan hayallerden veya içimizdeki ukdelerden bahseder.
EÇ: Eserlerinizin bazılarında belirli bir noktaya kitlenip durmuş arkası dönük çıplak bir adam figürü görmekteyiz. Bu figür kimdir? Bir temsili, aktarmak istediği bir öz var mıdır?
GB: Bu figürler, bir tür içsel yolculuğun ardından her şeyden arınıp çırılçıplak kalmış ve en derinlerindeki düş kırıklığını temsil eden harabelerle baş başa kalmış figürlerdir. Kuşkusuz otobiyografik yanı da olan bu işler herhangi bir giysi, aksesuar ya da bir döneme ilişkin herhangi bir detay içermediğinden her çağda karşılığını bulacağına inandığım bir içselliği ifade eder.
Helin Koparan: Eserlerinizin karamsar olarak tanımlanmasında rol alan ögelerden biri de ölü hayvan imgelerine yer vermeniz. Genel veya özel bağlamında eserlerinizdeki ölü hayvanların sembolize ettiği bir fikir var mıdır?
GB: Çok uzun yıllardır ölü kuş ve kemirgenlerin resimlerini yapıyorum. Başlangıçta yalnızca bir etütten ibaret olan bu işler zamanla kendi sembolik anlamlarını kazandılar. Doğal olarak “karamsar” bulunan bu resimler, benim için bazen mistik, bazen muzip hatta neşeli değerler de taşıyorlar. Genel bakışla hayatın geçiciliği ile ilgili fikir vermekle birlikte, içinde bulunduğum ruh hali doğrultusunda oldukça değişken imgeler içerdiklerini söyleyebilirim.
Nihal Ulubınar: Bahsedilen ölü hayvanları pek çok eserinizde eski/geleneksel motifler bulunan halı, kilim gibi ögelerin üzerinde resmetmişsiniz. Bu hayvanları neye göre seçtiniz? Hayvanların üzerinde bulundukları halı, kilim gibi nesnelerin sahip olduğu desenler ile ilişkileri nedir?
GB: Bahsettiğiniz “Kafasız Aşık” isimli bu seri geleneksel motiflerle bezeli bir halı/kilim kesiti üzerinde bulunan ölü kuşları tasvir eden üç eserden oluşuyor. Habitatından, dolayısıyla konfor alanından çok uzaklaşmış olan bu kuşlar, makus talihlerine boyun eğmişlerdir. Anadolu’daki halı ve kilim motiflerinin anlamları ile ilgili bir makale okuduktan sonra bu resimleri yapmaya karar vermiştim: her motifin ve her rengin bir sembolik değeri olduğunu gördüğümde oldukça şaşırdığımı hatırlıyorum. Binlerce yıllık bir birikimin ürünü olmakla beraber özellikle biçimsel açıdan oldukça modern yanları da var: Batı Resminde örneğini görmediğimiz türden bir soyutlama… İnanıyorum ki biz çağdaş sanatçıların geleneksel ve antik sanatlardan öğreneceğimiz pek çok şey var.
NU: “Zamanın Enkazı” serginizdeki bazı eserlerinizde yıkılmış duvarlar üzerinde asılı çocuk resimleri bulunduğunu fark ettim, etrafın harabe olmasına karşın bu resimler sağlam durumda. Bahsedilen çocuk resimlerinin sizin için önemi ve her şey yıkılmışken bu resimlerin sağlam olma sebebi nedir?
GB: Bu eser benim için tanımlamakta epey zorlandığım, mahrem diyebileceğim bir duygunun dışavurumuydu ve genel hatlarıyla masumiyetin yitimine odaklanıyordu. Son derece otobiyografik özellikler taşıdığından, resmin içeriğini detaylıca anlatmaktan imtina ederim.
NU: Bir eserinizde amfi tiyatronun üzerinden geçen uçakların gölgesinin düştüğünü görmekteyiz. Bu uçaklar sıradan uçaklar mı yoksa savaş uçakları mı? Temsil ettikleri özgürlük veya kayıp gibi belirli kavramlar var mı?
GB: “Akis” isimli bu resim, cevap vermektense sorular sormayı deneyen bir eser. Ona yönelttiğimiz bakışın hareketli olması sebebiyle amfi tiyatronun perspektifi hafifçe bozuk. Uçağın gölgesi ise içinde olsak onu göremeyeceğimiz bir biçimde hareket ediyor ve aynı zamanda yapıyı, onu inşa eden mimarın da göremeyeceği bir açıdan görüyoruz. Tüm bu tarihsel katmanlar içinde cevabı olmayan bir takım sorularla baş başa kalıyoruz.
Değerli paylaşımlarından dolayı Gurur Birsin‘e teşekkür ederiz.
Melih Meriç 1998 yılında İstanbul’da doğdu. Bugün Ohio/Akron’da yaşayan, Rubber City Prints’de baskı teknisyeni olarak çalışan bir sanatçıdır. İslamî geometrik soyutlama yoluyla ruhsal yolculuk keşfinde bulunmuş Melih Meriç. Ana dalı baskı olmakla birlikte diaspora, asimilasyon ve Orta Doğu geleneksel uygulamalarına değinen eserler yaratmaktadır. Eserleri geleneksel desen işlemelerinin ve modern bir baskı yönteminin birleşiminden oluşmuştur. Melih Meriç, desen ve kağıda olan tutkusu ile, baskı iç yenilikçi metodlar ve dikişli baskılar oluşturmak için tekstil sanatının yöntemlerini kullanarak kağıt üzerinde kabartmalı eserler ortaya çıkardı.
Eğitim TEV İnanç Turkeş Özel Lisesi (TEVITOL) IB / 2012-2015 United World College Maastricht IB / 2015-2017 Bennington College BA – Printmaking and Curatorial Studies / 2017-2021 Cranbrook Academy of Art MFA – Print Media / 2021-2023
Ödüller
Artist-in-Resident at Rubber City
Prints / 2023-2024
Honorable Mention at SGCI Print
Exchange Exhibition / 2022
Student Endowment of the Arts
Grant / 2021
Merit Scholarship
UWC Davis Scholarship
BC Brockway Faculty Scholarship
Irmak Uyanmış: Merhabalar Melih Bey, ben de sorularımız için vaktinizi ayırdığınız için teşekkür ederek ilk sorumla başlamak istiyorum. Ülkemizde sanat alanına verilen değerin siz de farkındasınızdır. Bu koşullarda yeteneğinizi keşfetme hikayeniz nedir?
Melih Meriç: Benim sanat ile olan hikayem lisede başlayıp kısa süre içerisinde bir kariyer planı haline dönüştü. Sanatın bir kariyer olarak görülmediği bir toplumda bir sanatçı yetişmek zorlu bir dönemdi. Sanatımın, benim beynimin nasıl işlediğini görsel bir takım sistemler üzerinden aktarabileceğim bir fırsat olduğunu kavramam; bütün önceliklerimi bu senaryoyu gerçekleştirmeye adamama sebep oldu. O noktadan sonra, her attığım adım sanatımı nasıl geliştirebilirim sorusuna karşı bir cevaba dönüştü. Liseyi bitirmeden önce hayatımın sanatın çevresinde döneceğini kabullendim ve bunu koşulsuzca takip ettim.
IU: Pek çok ülke gezdiğiniz göz önünde bulundurulduğunda görsel sanatlar ile ilgili bir dal okumak isteyen bir öğrenciye hangi ülkeye gitmesini önerirsiniz? Ayrıca, sanatta başarıya ulaşmak için okuduğumuz üniversite veya bulunduğumuz ülkenin önemi hakkında ne söyleyebilirsiniz?
MM: Umuyorum ki her sanatçının da söyleyeceği gibi, hangi ülkeye gittiğinizin ya da hangi okullardan mezun olduğunuzun sanat dünyasındaki yerinizi belirleyebilmesine rağmen sizin kendi sanatınızla olan ilişkinize hiçbir zaman etkisi olmayacaktır. Önerim şu şekilde olabilir: hangi ülkeye giderseniz gidin, nereden geldiğinizi unutmayın. Herkesin sizin sanatınız hakkında düşünceleri olacaktır ama hiç kimse sizin sanatınızı sizden daha iyi bilemez, tanıyamaz. Bizim neslimizin ilk adımı kendimizle barış ilan etmektir. Ancak o zaman, dünyanın neresinde olursanız olur, sanatınızın anlamı ve değeri sizin dışınızda kimse tarafından belirlenemez olacaktır.
IU: Bunu yapmasaydım, oraya gitmeseydim, şurada bulunmasaydım bugün burada olamazdım dediğiniz bir yer, bir olay var mı?
MM: Sanat üzerinden bir kariyer edinmek isteyen herkes için doğru zamanda doğru yerde bulunmanın ve doğru kişilerle karşılaşabilmenin önemi asla yok sayılamaz. Gittiğim bütün kurumlarda edindiğim dostluklar ve mentörlükler için minnettarım. Sanatım ile olan ilişkim için üniversite yıllarım çok büyük bir etken oldu. Özellikle edindiğim sanat çevresi ve sohbetler, üniversite yıllarımda sanatıma olan güvenimi ve odağımı sarsıp yeniden bir araya getirdi.
IU: Özellikle sanatta adını duyurabilmiş biri olarak sizin de kendinizce örnek aldığınız bir idolünüz var mı? Sizi sanat ve baskı yolunda etkileyen kişiler kimlerdir?
MM: Birçok sanatçı ve baskı sanatçısının işleri, yaptığım eserleri her seferinde farklı bir perspektiften görebilmemi sağladı. Takip etmeye değer birkaç baskı – ve diğer- sanatçılar : Alexis Hugo Nutini, John Pedder, Roman Klonek, Jeffrey Gibson, Nick Aguayo, Matthew Shilan, Anita Quayyum Agha, Benjamin Lederach Styer, Brian Robert Knoerzer, Antonio Lechuga.
IU: Biliyorsunuz ki içinde bulunduğunuz teknoloji döneminde sanal çizimlerde büyük miktarda artma gözlemleniyor. Hatta yeni nesil sanatçıların eserlerine bakıldığında tuval/kağıt vb. somut düzlem üzerine yapılan çalışmalar neredeyse kalmamış durumda. Bu konu hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Somut sanat alanında ilerlemiş bir sanatçı olarak sanatın geleceğinde ne görüyorsunuz?
MM: Baskı sanat dünyası içinde doğası gereği yok olmak ile her gün karşı karşıya kalan bir zanaat. Dünya genelinde teknolojik ve dijital gelişmelerin gelenekselliği öldürdüğü düşüncesini aşıp sanat dünyasında herkes için yer olduğunu kabul etmektir benim görüşüm. Zanaat ve el sanatı, her zaman olduğu gibi sanat dünyasının sadece belli bir kesimine hitap etmekte. Bu çevre ve toplumlara kendimizi ilave ederek hayata tutunmak, sanatımın kendisinden daha büyük bir amaca hitap etmesini sağlıyor.
Nihal Ulubınar: Akron Çocuk Müzesi’nde müze eğitimciliği yapıyormuşsunuz. Bu işe başlama sebebiniz nedir? Bu süreç size olan katkıları ve sizin insanlara kattıklarınız hakkında düşünceleriniz nelerdir?
MM: Çoçuk Müzesi’nde eğitimcilik görevim toplum ve yaşadığım yerdeki kitleyle etkileşim haline geçebilmek için bir adım. Bu pozisyon aracılığıyla Akron Okul Sistemi tarafından sponsorlandırılan bir sanat projesi gerçekleştirdik. Aynı zamanda çocuklara legolar ile baskı yapmayı öğrettiğim bir ders serisine de başladık. Yaşadığım şehirde aileler ve çocuklar ile sanat ve oyun üzerinden öğrenme gerçekleştirmek işimin getirdiği avantajlardan sadece bir tanesi.
NU: Eserlerinizi incelediğimde baskı üzerine çalışmalarınızın yeri açık şekilde ortada. Peki, baskıyla ilk olarak nasıl ve nerede tanıştınız, bu alanda çalışmaya karar verme sebebiniz ne idi?
MM: Henüz sanatçı olacağımı bilmediğim bir zamanda sanat ile tanışmış ve ilk baskımı Kamber Abi ile yapmıştım. O zaman farkında değildim ancak baskının bir süreç olarak benim sanatımı tamamen değiştirmesi üniversitede oldu. Intaglio (oyma), bakır ve asit kullanarak deseni gravür etmek ilk baski dersimdi. Baskının planlı, tersten yaratma süreci. ilk önce bir desen ile başlayıp bu deseni adım adım parçalara indirgeyen, matematiksel ve tekniksel altyapısı beni çekti kendine ilk. Baskı dünyasına bir adım attıktan sonra problemler ve farklı teknikler ile kendini içine çeken bir dünya ile karşılaştım. Süreç ve materyal odaklı olan baskı sanatı, yaptığım desenlerin içeriğinin bu süreç tarafından ortaya çıkmasını sağladı.
NU: Bildiğiniz üzere ülkemizde çoğu insan sanatın gerekliliğini kavrayamıyor, çocuklar sanata yönlendirilmiyor. Sizi sanata iten nedir? Sanatla ilgilenmeye kararı aldığınızda karşınıza ne gibi zorluklar çıktı? Ailenizin ve çevrenizin ilerlemek istediğiniz alana karşı bakış açısı nasıldı?
MM: Küçüklüğümden beri her zaman sistemler ve sayılar hakkında bir takıntım olmuştur. Bunu sanat üzerinden ifade etmeye başlayabildiğimde özgür ve aynı zamanda sabit hissettim. Sanatın sadece realistik portre çizmek ya da resim yapmak dışında materyaller üzerinden kendi sistemlerimi kurarak hayata geçirebileceğim somut çalışmalar yapabileceğim fikri, üniversitenin ikinci yılında çok net hatırladığım bir ders ile başladı. Ann Pibal, New York’ta yaşayan bir sanatçı, sanatımızın ve eserlerimizin konularını bir alfabeye çevirmemizi istedi. Sonraları bu sadece çizgiler, şekiller ve renklerden oluşan alfabeyi kelimelere, ardından ise bu kelimeleri kullanarak anlamlı cümlelere… Kendi sanatımı tamamen parçalara ayırıp tekrar birleştirmek şu anki kariyerimin geldiği noktasının ilk sebebidir.
Elif Çele: Uzun yıllar yurtdışında yaşamanızı ve okumanızı da göz önünde bulundurarak sormak istiyorum: Eserlerinizde çoğunlukla bir İslam ve Ortadoğu teması göze çarpıyor; bunun bir sebebi, bir hikayesi var mı? Yurtdışında var olan İslamofobik düşüncelere rağmen İslam ve Ortadoğu’dan esinlenen eserler yapmanız nasıl karşılanıyor?
MM: Her zaman dediğim gibi sanatım, beni ülkemden çıkmaya iten nedenler ile bir barış yaratma hikayesidir. Benim için İslam ve Ortadoğu konuları, dışarıdan bakıldığında çok değişiklik gösteren bir tema oldu. Uzun bir sure İslamik desen ve dizayn üzerine çalıştım, okudum ve araştırdım. Yaratılışın kozmolojik konsept olarak İslamik dizayn üzerinden yorumlanması, Eric Broug’un makaleleri, Türk ve Ortadoğu’nun tekstil zanaati ve İznik çinileri benim için her zaman büyük bir ilham kaynağı olmuştur. Çini gibi her yöne kusursuzca devam edebilen desenleri baskı üzerinden yaratabilme imkanım olduğunu keşfettiğimde sanatımın temelini sağlamlaştırmış hissettim.
EÇ: Soyut sanatın çok ayrı bir yeri olmasına dayanarak, soyut çalışmalar yaparken nasıl başlayıp, eserinizi nasıl devam ettiriyorsunuz? Kullandığınız teknikler ve ilham kaynaklarımız neler?
MM: Benim için soyut çalışmalarım İslamik dizayn ve botanik ile başlar. İlk adımım el çizimi olarak yıllar boyunca biriktirdiğim dizaynları kolaj yöntemi ile bir hücreye yerleştirmektir. Bu üniteyi Photoshop ile her yönde tekrarlanabilir kılmak için geliştirip bir kompozisyon haline getiririm. Ardından bu desen için bir renk paleti oluşturup bu renkleri nasıl birbiri ile etkileşim haline getirebilirim diye deneyler ve testler yaparım. Son olarak bu renkleri katmanlarına indirger ve serigrafi veya linolyum tekniği ile kağıda aktarıp bütün baskılar bittikten sonra bunları birbirine diker ve ütülerim.
EÇ: Eserlerinizi inceleyen birinin hangi fikirleri edinmesini amaçlıyorsunuz? Eserlerinizde yansıtmak istediğiniz düşünce veya olaylar nelerdir? Hiç eserlerinize dair ilginç bir yorum aldınız mı?
MM: Eserlerimin bir kitle tarafından yorumlanma konsepti benim için her zaman arka planda olmuştur. Özellikle Ortadoğu dizaynlarını baz alarak ürettiğim eserlerin, yaşadığım Batı kültüründe anlaşılmaması eserin bir parçası haline geldi. Gizli bir dil gibi, sanatım aracılığıyla konuşmak istediğim konuları soyutlaştırıp, materyal ve baskı terminolojisi üzerinden kısıtlandırmak benim seçimim. Büyük bir kitleye hitap etmemesi, sanatımın yaratılmaması için bir neden değildir. Aynı zamanda sanatımı görüp Batı ülkesinde yaşayan ama Ortadoğu kökenli birisiyle karşılaşıp duygusal ve derin sohbetler geçirmek benim için en önemli yorum veya tepkidir.
Dilara Fidancan: Eserlerinizi incelediğimde kırmızı, yeşil ve bu renklerin alt tonlarının öne çıktığını gözlemledim. Bu renk paletinin arkasında yatan bir sebep var mıdır? Kırmızı ve yeşil renklerinin sizin için temsil ettikleri nelerdir?
MM: Kırmızı şimdi ve her zaman en sevdiğim renk olmuştur, yeşil ise annemin. Ancak benim için renkler, yaptığım soyut çizimi canlandırmak için kullanılan bir alettir. Bu renklerin birbiriyle olan iletişimi çoğu zaman çizim ve desen tamamlandıktan sonra ortaya çıkar. Baskı yaparken kullanılan renkler tekniğine göre farklılık gösterir. Benim için sadece üç veya dört renk basarken, bu renklerin birbiriyle olan bütün gruplandırmaları 13-14 farklı renk elde etmemi sağlar.
DF: Eserlerinizden birine isim vermemiş olduğunuzu fark ettim. Bunun bir nedeni var mı? Eserlere isim vermeye dair bakış açınız nedir?
MM: Eserlerime isim vermek benim için çok kolay veya içten gelen bir süreç değil. Kelimeler ile kendimi ifade etmekten zorlandığım için görsel bir dil geliştirdim. Bu görsel süreci tekrar kelimelere çevirmek bir sanat eserini kısıtlayan bir konsept benim için. Genelde literal benzerlikler üzerinden eserlerimi isimlendirmeyi seçiyorum. Sayılar veya sistemleri isimlendirmek, yaptığım eserleri isimlendirmekten çok daha kolay.
DF: Çalıştığınız yerlerden bakıldığında sürekli olarak yeni yerlere gittiğinizi gözlemledim. Mekan değişiklikleri sizi nasıl etkiliyor? Sürekli olan bu mekan değişikliğinizin eserlerinize bir etkisi oldu mu?
MM: Yeni bir şehirde yeni biri olmak beni güçlü ve yenilmez hissettiriyor. Fakat bir çok yere gitmemin ana sebebi bu değil, genelde lojistik. Ya bağlı olduğum eğitim kurum ya iş ya da bir gelecek fırsatı peşinde koşarken kendimi dünyanın farklı yerlerinde buldum. Bu değişiklik herkes için kolay veya yaşanabilir bir gerçeklik değil ancak benim için daha büyük bir amaca hitap ediyor. Sanat dünyasında tırmandığım her basamak için bazı fedakarlıklarda bulunmak kaçınılmaz. Şu anda, bulunduğum noktada ve kapsadığım çevrede, benim ve kariyerim için en iyi fırsat nedir ve bunu nasıl edinebilirim sorusu, sorunun cevabı, her yıl, her ay, belki her hafta değişen bir cevap. Bu soruyu kendinize sık sık sormayı unutmayın.
Bilgesu Aydınbelge: İlerleyen süreçlerde geleceğiniz ve sanatınız için herhangi bir hedefiniz veya öngörünüz var mı? Sanat yolunda devam etmek ya da etmemek olsun, gelecek planlarınız nelerdir?
MM: Temmuz 2024’te ilk solo sergim Michigan eyaletinde açılacak. Şu anda bu sergim için 10 tane büyük baskı üzerinde çalışıyorum. Aynı zamanda birkaç ikametten de kabul aldım ve bu fırsatları değerlendirmeyi planlıyorum. Farklı eyaletlere gidip bu eyaletlerin her birinde, bu sergide gösterilecek bir iş yapmak hedefim. Bunun sonrasında belki Türkiye’de birkaç yıl geçirebilmek isterim. Uzun zamanlı planım ise Avrupa’da bir sanat üniversitesinde eğitim görevlisi olmak.
Değerli paylaşımlarından dolayı Melih Meriç‘e teşekkür ederiz.
Evren Sarptunalı 1982’de Kütahya/Simav’da doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini Simav’da tamamladıktan sonra 2005 yılında Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümünü kazanmıştır. 2009 yılında Hakan Daloğlu Atölyesi’nden resim bölümü ve fakülte birincisi olarak mezun olmuştur. 2010 yılında Çanakkale Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü Yüksek Lisans Programını kazanmıştır. Çalışmalarından dolayı yüksek lisans programına ara vermiştir. Bu yıllar içerisinde, Antik Mozaik, Klasik ve Barok Resim üzerinde çalışmalarını sürdürmüştür. Antik dönem konularını tercih edip Roma ve Bizans Dönemi Anadolu’da yapılan at yarışları ve gladyatör dövüşleri üzerinde ciddi çalışmalar yapmıştır. Birçok farklı konuyu ve hayvan figürlerini resmetmiş, denemeler yapmış, konularını daha çok hayvan figürleri ve portreleri üzerinde yoğunlaştırmıştır. Uluslararası çalıştaylarda ve karma sergilerde yer almıştır. Çalışmalarını halen Kütahya’daki atölyesinde sürdürmektedir. Sanata bakış açısını şu şekilde belirtmektedir; Hangi konuyu çalıştığım değil, o konuyu nasıl işlediğim önemlidir. Figür, ışık ve gölge her zaman çıkış noktam olmuştur.
Nehir Adıgüzel: Merhaba Evren Bey, Röportajıma şu soru ile başlamak istiyorum: Eserlerinize bakıldığında pek çok hayvan figürü, özellikle atlar göze çarpmakta. Özellikle resmettiğiniz hayvanlara insan özellikleri eklediğinizi gözlemledim. Bunun sebebi nedir? Bir fabllaştırma tekniği midir?
Evren Sarpuntalı: Merhaba, resimlerimde hayvan figürlerine insansı özellikler eklediğim doğrudur. Fabl etkisi biraz var. Resmi gören kişi sadece bir atı, kaplanı yada başka bir hayvanı görmüyor, duygusal olarak kendisinden de bir parçayı resimlerimde görüyor.
NA: Resmetmiş olduğunuz pek çok atın başı eğik durmakta. Sebebi nedir? Önceden yaptığınız at yarışları, gladyatörlük kültürü ve atların uysallaştırılmaları ile bir bağlantısı bulunuyor mu?
ES: Atların başının eğik olmasına baş ve boyun verme denir. Ruhsal olarak teslimiyeti simgelemektedir. Eski resimlerimden ziyade tercih etme sebebim kompozisyon bütünlüğü ve rakursi dediğimiz vücut perspektifi için bu duruşu daha çok tercih ediyorum.
NA: Geçmişinizde de görüldüğü üzere bir süre antik mozaik yapmışsınız. Hala devam ediyor musunuz? Bu alandan tuvale geçmenizin sebebi nedir?
ES: Antik mozaik çalışmalarını mezun olduktan sonra bir müddet daha devam ettim. Sonra ara vermek zorunda kaldım çünkü çok fazla kas gücü isteyen yorucu bir teknik. Tuval çalışmaları zaten vardı, antik mozaik daha sonra öğrendiğim bir teknikti.
NA: Özellikle atlar ve kaplanlar üzerinde çalışmalar yapıyorsunuz. Bunun özel bir sebebi var mı?
ES: Atları çok severim, önceliğim atlar. Bunun yanında sadece kaplanlar yok; aslan, baykuş, kartal konulu resimler, manzara ve benzeri çok çeşitli konuları çalıştım. En çok dikkat çeken atlar oldu.
NA: Büyüdüğünüz ve eğitim gördüğünüz Kütahya ve Çanakkale’nin sanatınıza etkisi oldu mu?
ES: Tabii ki oldu. İnsanın büyüdüğü zaman geçirdiği eğitim gördüğü ve yaşadığı yer hem karakterini hem de yaptığı işe mutlaka yön verir.
NA: Tekniğinize önem verdiğiniz eserlerinize bakıldığı anda farkediliyor. Peki sizce bir sanatçı teknik olmadan da gelişebilir mi? Tekniğin sizin için önemli olmasının sebebi nedir?
ES: Teknik zamanla değişebilir. Tekniğin bir önemi yok bence, gelişmek için disiplin, sabır ve emek gerekir.
NA: Hayvanlara, özellikle vahşi hayvanlara karşı olan ilginiz nasıl başladı? Arkasında bir geçmiş var mı? Önceki çalışmalarınızla bağlantısı nedir?
ES: Ben kırsal bir bölgede çocukluk geçirdim ve hayvanlarla iç içe yaşadım. Zaten ilgim sonradan değil, karakterimde olan bir şeydi ve sanat bunu yansıtabilmek için çok etkili bir araç oldu benim için.
NA: Resmettiğiniz neredeyse bütün hayvanların arka planında karanlık, siyah arka plan olmasının sebebi nedir? Temsil ettiği bir olay, duygu ya da düşünce var mıdır?
ES: Okul yıllarında çok fazla Caravaggio’dan kopya çalışmaları yaptım; yine Rembrandt, Geromme ve Parmigianinno gibi ustaların eserlerini çözümlemek ve tekniklerini öğrenmek için. Yıllar sonra foto realizmi barok sanat akımıyla birleştirmek istedim ve sonunda tarzım diyebileceğim tekniğe sahip oldum. Üzerinde hala çalışıyorum, daha iyi ya da daha farklı, nasıl, nereye kadar geliştirebilirim diye uğraşıyorum.
NA: Çizdiğiniz atları referans kullanarak mı yoksa imgesel mi çiziyorsunuz? Referans kullanıyorsanız seçtiğiniz atları tanıyor musunuz/referans olarak o atları seçmenizin bir sebebi var mı?
ES: İlk olarak referans aldığım görseller var bu çizim aşamasına kadar. Sonrasında anatomide, duruşunda, bakışı ve rengi gibi yerlerde değişiklikler yapıyorum. Mesela siyah bir Freisian atını gerçekte olmayan sarı bir ata çevirdim.
NA: Eserlerinizdeki atlarda sizi yansıtan özelliklere yer veriyor musunuz? Kendinizi eserlerinize yansıttığınız durumlar oluyor mu?
ES: Yapım aşamasının en başından sonuna kadar hem de… O resmi yaparken benim ruh halim, psikolojim, duygusal olan ne varsa görsele dönüşüyor.
NA: İlk at çiziminizi ne zaman yaptınız? Sanata ilk başladığınızda benimsemiş olduğunuz çizim tarzı ile şu anki tarzınız arasında ne kadar fark var ve bu fark sizin için ne ifade ediyor?
ES: ilk at çizimim, lisans dönemimde yaptığım antik dönem atlı araba yarışlarında başladı. Hocam ilk atımı görünce “Sen atları bırak, nature morte yapmaya devam et.” demişti. Bu bende büyük bir hırsa sebep oldu ve ben bunu başaracağım deyip eserlerimde ilk temelleri atılmış oldu atların.
NA: Eserlerinizi ortaya koyarken ilham gelmesini ya da sizi etkileyen bir olayın gerçekleşmesini beklediğiniz oluyor mu? Eserlerinizin hayat akışınızla bağlantıları var mı? Eser resmetme aşamasında temsil ettiği olaylar var mı?
ES: İlhamla değil, planlı, düşünerek ne yapacağıma baştan karar verip ilerliyorum. Resmetme aşamasında, dediğim gibi, benim ruh halim ve duygusal durumum resmin gidişâtına yön veriyor.
Değerli paylaşımlarından dolayı Evren Sarptunalı‘ya teşekkür ederiz.
1987 yılında Bursa’da doğan Kader Genç, 2010 yılında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Resim Bölümü 3 numaralı atölyeden mezun oldu. 2011 yılında “İlk Resimler” isimli ilk kişisel sergisi Doruk Sanat Galerisi’nde açıldı. Ardından Karşı Sanat Çalışmaları, Akademililer Sanat Merkezi ve Artsürem Galeri’de beş kişisel sergisi daha açıldı. Resimleri önemli özel ve kurumsal koleksiyonlara dahil edildi. 2022 yılında Evin Sanat Galerisi ile çalışmaya başladı. Sanatçı çalışmalarına İstanbul’daki atölyesinde devam ediyor.
Nehir Adıgüzel: “Ağaç” isimli eserinizde doğa ve insan arasındaki ilişki neyi temsil ediyor? Resmin merkezindeki beyaz Anka benzeri kuşun metaforik değeri neyi göstermekte? Özellikle böyle kapsamlı bir eser çıkarma hedefine sizi sürükleyen şey nedir?
Kader Genç: Doğa ve insan ilişkisi tanımı kendi başına yanıtlardan biri olabilir bu resim için, fakat bu eksenden bakacak olursam ‘ağaç’ bir yerde toplum olamayan bu kalabalığın içinde yalnızlığa bir göndermedir. Detaylar aracılığıyla bir takım imgeleri kompozisyonlarıma iliştirmeye çalışırım her zaman, beyaz kuş formu da böyle bir amaca hizmet etmesi için tercih ettiğim bir detay, resmin merkezindeki kadın figürü tarih boyunca eril bakışın tahakkümünde yazılan hikayesine eleştirel bir bakıştı. Yarı çıplaklığı ve örtüsünün üzerinden çekilmesine yardımcı öğe de o kuş imajıydı. Tabi bu ve benzeri açıklamalar resmin içeriğiyle ilişkili olduğu için konu sorunun öznesi oluyor. Ama bir taraftan her zaman yenilenebilir, dönüşebilir, geliştirilebilir bir açık pencere de olmalı – hikayeyi sürdürebilmek ya da okuyabilmek için. Dolayısıyla ağaç’ın karşısına geçip fikrini beyan eden her gözün açıklamasını da önemserim. Bir resmi oluşturmadaki motivasyon salt hikayesiyle ilişkili değildir. İşin mutfağında ciddi plastik ve estetik kaygılar söz konusudur. Ve bir yüzeye bir durak olarak bakabiliriz. Ağaç resmimde böyle bir sürecin parçası.
NA: Eserlerinizde bariz şekilde kadın figürleri görülüyor. Özellikle etkileyici biçimde onları kıyafetlerin arkasına saklamamayı da seçiyorsunuz. Daha zayıf ve çaresiz kadınları görebiliyoruz, peki bu kadın figürlerinin temsil ettiği bir fikri, ideali var mı? İlk olarak sizin için ve sonrasında da sanatınızı gözlemleyen toplum için bu kadın figürleri neyi yansıtıyor?
KG: İlk soruda vermiş olduğum yanıtı giriş olarak görebiliriz. Kadın figürü her zaman resimlerimde mevcut bir öge. Son dönem işlerimde rolüne göre öncelik arz ettiğini söyleyebiliriz. Bunu gündemin hakikatinden uzakta tutamayız. Kadın üzerine beyanlarda bulunan bir zihniyette benim kurgularımda o figür devrimci bir tavrı da taşıyor diyebilirim.
NA: Otoportrelerinize bakıldığında zamanla renk ve kontrast açısından gerçekleşmiş bir evrim hemen göze çarpıyor. Bu değişim algınız açısından gözlemciye ne anlatıyor? Bu değişimler neden gerçekleşiyor?
KG: Otoportre benim sıkıştığımda içine çekildiğim bir diğer temalarımdan biridir. Öğrenciliğimden bugüne her zaman yüzümü yahut bedenimden herhangi bir parçayı ele alarak otoportreler yapmışımdır. Nasıl ki teknik bir gelişim söz konusu ise çağın handikapları da ifadeden armoniye bir çok resimsel kaygıların oluşumuna bahane olabiliyor. Biraz daha karanlık, biraz daha gerilimli ve biraz daha jestüel bir düzleme çekilmiş olması elbette tesadüf değildir. Gündemimden uzakta görmüyorum.
NA: Biliyorum ki bir sanatçı olarak ilham bulmak hiç de kolay değil. Fakat eserlerinizde çokça özgün ögeye rastlanıyor. Bu ögeler günlük hayatınızdaki somut ögelerle mi oluşuyor? Herhangi soyut anlamları var mı? Bu ögeler nereden geliyor ve neden eserinizde yer vermeye değer buluyorsunuz?
KG: Hemen beyan edeyim. Benim için ilham ve benzeri uhrevi bir dürtü söz konusu değildir. Hayatı yorumlama alanıdır sanat. Gerçeklikten koparamayız. Ve kişi kendini ne kadar tanırsa o kadar yaşadığı çağı algılayabilme kapasitesi genişler. Bu da son ana dek gelişim gösteren bir olma halidir. Yolda olma, kendin olma, karakteristik olma gibi. Özgünlük de bu süreç dahilinde şahsına münhasır bir mizacı karşıladığı için bunu da yolda olma hali ile ilişkilendirebiliriz. Yani özgün doğulmaz, olunmaz. O, kendiliğinden var olma halidir. Kendimi özgün olarak tanımlamak yerine kendimce sözümü söyleyebilme metodları peşindeyim demek beni daha tatmin eder. Bir şeyin iki olmasını pek benimsemem. Belki bu tutumum yaptıklarımı şahsileştiriyor olabilir. Kısacası, sanat soyut bir düzleme kendince somut mefhumların taşınma eylemidir bence.
NA: Eserlerinizdeki bireylerin duygu ve ifade durumunu yüzlerindeki dalgın ve yorgun ifadeyi sabit tutarak daha çok renkler ve vücut ile temsil etmeyi seçiyorsunuz. Bunun sebebi nedir? Bu fikri nasıl edindiniz?
KG: Doğayı izlemek, gözlemlemek, hayatı ifade edebilmenin tasviri olarak insanı özne olarak görmemle başlıyor. Duygu ve düşüncelerin yüze yansıması da inandırıcılığını bir o kadar arttırıyor. Ben aynı ifadeler ekseninde dolaşmayı kısmen otoportrelerimde sürdürüyorum sanırım. Fakat tematik çalışmalarımdaki kişiler model olarak kullandığım kişinin yer yer gerçekliğini de taşır. Bununla beraber figür, salt yüzden, elden ve ayaktan ibaret değildir. Bazen klişelere, bazen abartının yoğunlaşarak yarattığı deformasyona hatta maniyer kalabilecek bozulmalara yaslanıyor olmam ifadeyi güçlendirme gereksinimi duyumsamamdan geliyor diyebilirim. Resim her ne kadar akılla organize edilse de bu tip dışavurumun yoğun olduğu yüzeylerde sezgiler biraz bilgiyle paralellik taşıyor.
NA: “Bulanık duran bu çağın karşısında işaretler bırakmak, fakat ‘yem’ olmamak için direnç göstermek” olarak açıkladığınız, bir yandan da yalnızlık temasını yansıtan eserlerinizde toplumu uyarmak istediğiniz çağın sisleri nelerdir? Sizce çağımız neden bulanık ve insanı bu kadar yalnızlaştıran, bedenler arasında dahi yalnız hissettiren, çırılçıplak olsa dahi içini gösterememesinin sebebi nedir?
KG: Gündemin sürekli değiştiği, hayatamızın her bir alanına ikiyüzlülüğün, yalanın, aç gözlülüğün yayıldığı, ötekileştirmenin had safhada yaşandığı bu coğrafyada yerini tavrını deklare etme halidir benim için bu ifade. Herhangi bir fikre yapışarak angaje olarak da değil, daha organik bir boyutta değerlendirerek dünyayı. Çünkü zaman benim için tek hakikattir. Müdahale edemediğimiz bu mefhum içinde olup biteni algılamaya gayret etmek saplantılı alışkanlıklarımızı sarsar ve esnek bir yapıda yaşamamıza sebep olur. Resmimde büyük iddialar taşıdığımı, yol gösterdiğimi, herhangi bir şeyi işaret ettiğimi söylemem kendi gerçekliğime ters düşürür beni. Sanat kişinin kendini izah etmesidir. Şayet yol gösterici olacaksa bu onun tarihsel bağlamları ile ilişkilidir. Onun yaşayan bir parça haline gelmesi salt sanatçısıyla ilişkili değildir. Toplumsal vizyon ve kültürel bir organizmayı da içerir bu mesele.
NA: Kendinizi bulmanız ve yapmak istediğinizin bu olduğunu anlamanız ne kadar zaman aldı? Hiç izlediğiniz yoldan dolayı pişmanlık duydunuz mu? Devam etmenizi sağlayan şey nedir?
KG: Erken yaşta resimle düşünmeye başladım. Arzu ettiğimi yaşıyorum. Yorucu, zaman zaman sıkıcı, hatta zor olsa da bu benim kendimi gösterme eylemim. Hiç pişman değilim. Devamlılık motivasyonla alakalı. Bu motivasyonu sağlayan birçok etken var. Resim yapmak çetrefilli ve zor bir eylem. Henüz sözüm bitmedi. Dolayısıyla süreç de devam etmekte.
NA: Mezun olmanızın 1 yıl gibi bir süre ardından sergi açabilmenizi sağlayan şey nedir? Günümüzde de sanata aynı değer verilmekte mi? Günümüzde bu alanda bu kadar başarılı olmanıza rağmen karşılaşmak zorunda kaldığınız zorluklar nelerdir?
KG: Mezun olduğum yıl ilk sergimi açtım. Biraz şans, biraz bulunduğun ortam ve her şeyden önce yaptıklarının birilerine temas etmesi bu kulvarın oluşmasını sağlıyor. Ve zorluğu daima sürüyor. Zorlandığım meseleler elbette vardır. Ama bu meseleleri devleştirmeye ihtiyaç yok. Kişi kendini bilmeli, haliyle de güvenmeli. Günümüzde sanat herkesin yapabilir hale geldiği bir uğraş. Hatta hobi. Elbette insan kendi huzurunu renklerin dünyasında yakalayabilir. Ben kimse resim yapmasın demiyorum. Ama sanat yapma iddiası başka bir şey. Bu eksende kolaylaşmanın önünü açan eğilimleri bir takım kurumlardan, galerilerden, küratörlerden vs. görüyoruz. Ben bunu hiçbir zaman doğru bulmadım açıkçası. Alfabeyi öğrenmeden cümle kuramazsın. Cümle kurmayı bilmeden bir dil oluşturamazsın.
NA: Eserlerinizi oluştururken benimsediğiniz felsefi bir kavram, terim, var mıdır? Savunduğunuz düşünceleri kelimeler yerine eserlerinizle yansıtmayı seçtiğinizi düşünerek, eserlerinizi açıklamak size nasıl hissettiriyor?
KG: Tek bir şeye yaslamam mümkün değil. Doğru da değil. Gerçeği önemsiyorum. Etki kanallarım açık. Mesai dışı tutmuyorum kendimi. Sokakta veya atölyemde, bir sohbette veya okuduğum, dinlediğim herhangi bir şey de beni tetikler. Resimlerimi açıklamak oldum olası beni zorlar. Pek tercih etmem. Dolanırım çevresinde ifadelerin. Ama tabii ki anlaşılır olmayı gerektiren durumlar da var. En azından bu işi ben nasıl yapıyorum fikrini izah etmeye çalışmak birilerine örnek veya vesile olacak bir damar oluşturabilir. Bunun dışında ne kadar çok ifade etsem de bir yetersizlik hissiyle ayrılıyorum bu ve benzeri diyaloglardan.
Değerli paylaşımlarından dolayı Kader Genç’e teşekkür ederiz.
1978 yılında İzmir’de doğdu. Lisans eğitimini 2000 yılında Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü Serpil AKYIL atölyesinde, Yüksek lisans eğitimini Trakya Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Ana sanat dalında tamamlamıştır. 4 Sanat hareketinin kuruculuğunu yapan sanatçı, prestijli 6 ödül sahibidir. Kişisel ve karma bir çok sergisi bulunan Kaan Sarı, şu an Tekirdağ’da kuruculuğunu yaptığı, sanat insiyatifi Oddartspace’te çalışmalarına ara vermeden devam etmektedir.
Yağmur Uyanmış: Birçok galeri ve merkez kurduğunuzu biliyoruz. Anadoluda Çağdaş Sanatlar Galerisi kurarken yaşadığınız problemler neydi? Nasıl üstesinden geldiniz?
Kaan Sarı : Severek yaptığım işlerin zorluklarını problem olarak görmemeyi öğrendim. Aslında en büyük problemin, ne yapmak istersek isteyelim, bize öğretildiği gibi bir yolu olmadığı ve çevremizde bize kendi bilgi birikimi ile “yapamazsın, olmaz çok zor…” gibi yorumlar yapan insanlardan uzak durarak planlarımı gerçekleştirmeye başlıyorum. Bu doğrultuda bu düşünce yapısı ile başladığım işlerde benim gibi düşünen veya onlar gibi düşündüğüm insanlar ile iletişim kurmayı merkeze oturtuyorum. Geri kalan her şey sadece yapmam gerekenlerden, yapacağım süreye indirgeniyor. Hemen bir anda hiçbir yapı oluşturulmadığı için iyi bir plan süreci gerekiyor. Başladığınız noktaya her zaman sadık kalmalıyız, ana planımızdan uzaklaşmadan, küçük değişkenlikleri gözümüzde büyütmeden, sabırla kabul edersek hedefinize yakın bir noktaya ulaşmış olursunuz. Günümüzde çağdaş sanat birkaç büyük şehir dışında hala seyircisine ulaşmış durumda değil. Öğretmen olmam, çocukları ve gençleri çok sevmem, ben tayin isteyip gitsem bile onların faydalanacağı, eserlerini sergileyeceği bir mekan bırakmam en büyük motivasyonum oldu. Dikkat ettiyseniz problemlerden önce motivasyonumla ilgilenmeyi tercih ediyorum. Ve son olarak iyi iletişim becerileri kurmak için, önce kendinizin yaptığınız işlere inanması gerekiyor ki karşınızdaki insanlara doğru anlatabilelim.
YU : Daha önce Nevşehirde yaşamışsınız ve şu anda Tekirdağ’da yaşıyorsunuz. Bulunduğunuz coğrafyaların sanatınıza bir etkisi oldu mu? Bölge halkının sanata yaklaşımı sizin de bakış açınızı etkiledi mi?
KS: İzmir’de doğdum, Eskişehir’de üniversiteyi okudum, Kütahya’nın Domaniç ilçesinde öğretmenliğe başladım, Nevşehir ve Tekirdağ sonrasında geliyor. Ama doğduğum yıldan bugüne kadar yaşadığım her şehrin doğası, dili, kültürü, yemeği, havası, insanı, tüm bu bileşenleri resimlerimde ve yazdıklarımda çok büyük etkisi oldu. İzmir’de sokaklarda duvarlara renkleri canlı ve renkleri bol resimler yapardım, bunun grafiti olduğunu sonradan öğrendim. Eskişehir’de kapılar ve pencereler üzerine resimler yapardım, renk kullanmaya devam ettim ancak üç boyutlu malzemelerde resimlerime girmeye başladı. Domaniç’te ormanları ve dev kayaları, ormanlarda kayalar üzerine büyük boyutlu resimler yapardım. Nevşehir gerçek bir değişim süreci oldu. Bozkır, soğuk, kaya oluşumları ve tüm bunların renkleri resmimde, hem figür hem de renk anlamında bir değişime sebep oldu. Doğa, kültür ilişkisi ve yüzlerce yıllık ikonlar perspektif algımı çok değiştirmişti. Tekirdağ’da ise tekrar renk daha baskın hale geldi. Konularımda toplum ve psikoloji üzerine yoğunlaştığım bir döneme girdim. Yaşadığım tüm şehirlerde önce “çok garip” olarak tanımlandım. Sanat hemen özümsenmeyeceği için, zaman içerisinde kurduğum diyaloglar, yaşadığım şehirlerdeki insanlarda saygıya dönüşmeye başladı. Sanatçı etkilenir ve eserlerine yansıtır, izleyeci eserle kendinin gerçeğini keşfetmek için bir yolculuğa başlar. Tabi bu sanatsever insanlar için geçerli bir durum.
YU : Kariyerinizin parlama noktası hangi aşamaydı? Başardığınızı tam olarak nasıl ve ne zaman anladınız? Ya da tam olarak başarıya ulaştığınızı düşünüyor musunuz?
KS : Kariyerimin parladığını düşünmüyorum. Bu çok uzun bir yolculuk. Her yeni resmimde ve projemde sıfırdan başlıyormuş hissi daha ağır basıyor. Bu beni motive eden etkenlerden biri. Çünkü yaptığım resimler birbirinin aynı değil. Sanat üretiminde başarı diğer bir resme başlayana kadar devam ettiği için buna başarı değil macera demek istiyorum. Başarıya güdümlü olmamak gerektiğini düşünüyorum. Kendi zihnime yetişebildiğim noktada mutlu olabiliyorum.
YU : Sanatçı kişiliğinizi gerçek benliğinizden ayrı biri olarak mı değerlendirirsiniz yoksa sizi tamamlayan bir özellik mi?
KS : Çok kısa bir cevap vereceğim. Neysem o’yum.
YU : Sadece sanatınızı icra etmek yerine kariyerinize eğitmenliği de ekleme sebebiniz neydi?
KS : Sanat eğitmenliğini, sorumluluk gerektiren terapi gibi hissediyorum. Çocukluğumda ve gençliğimde hep bir mentor eksikliği yaşadım. Neden çevremde yaşayan çocuklara ve gençlere, hayatlarını kurgularken destek vermeyeyim ki? Bu tercih öğrencilerim varken beni mutlu ediyor, ancak tek sıkıntımız sanat eğitiminin önemi hakkında en ufak fikri olmayan diğer branş öğretmenleri oluyor. Onlar her zaman sınav odaklı! bir yarış içinde oldukları için insanın kendi yolculuğunu pek göremiyorlar. Sanat eğitmenliği yaparak öğrencilerime kendi hayatlarının olduğunu hatırlatmak ciddiyet gerektiren keyifli bir yolculuk. Bir insanın hayatında olumlu bir katkım olursa, çok beğendiğim bir resmi tamamlamış gibi hissediyorum.
YU : Kurduğunuz galerilerde ve merkezlerde çağdaş sanatlar üzerinde durduğunuzu görüyoruz. Çağdaş sanatları sizin için özel yapan nedir?
KS : Çağdaş, güncel olan sanat çok geniş kapsamlı. Sadece kişisel sergi açmak üzerine yoğunlaşmak, günümüzde çokta etkili değil artık. Farklı materyallerle üretimde bulunmak çok keyifli. Bir mandal artık sadece bir mandal olarak kullanılmıyor. Üretim o kadar hızlı ki, insan düşüncelerini çoğulcu malzeme kullanarak daha net anlatabiliyor. Tabi kurduğum galerilerde çağdaş sanatın dışında da sergiler, daha gelenekselci eserlerde sergiliyorum. Yapılagelmiş olanları incelemeden bir yere varmaya çalışmak pek mümkün değil.
YU : Rol modeliniz olarak gördüğünüz bir sanatçı var mıdır? varsa hangi özellikleri onu takdir etmenizi sağlamaktadır?
KS : Figüratif resmi sevdiğim için Francesco Clemente, Remedios Varo benim için ayrı yere sahip. Sanatçı dendiği için Cesare Pavese’nin, Oğuz Atay’ın, Sabahattin Ali’nin, Yaşar Kemal’in, Nazım Hikmet’in ve bir çok yazarın eserleri. Kieslowski’nin,David Lynch’in ve daha nice yönetmenlerin filmleri. Chopin, Radiohead, Pink Floyd, Vangelis, Dead Can Dance ve daha birçok besteci ve müzik grubu eserleriyle rol model olmaya devam ediyor. Beni başka dünyalara ve düşüncelere taşıyan her dönemin kendi ustası veya ustaları, yolculuğumda ürettikleri için minnettarım. Umarım bende bir gün onlar gibi anılabilirim.
YU : Eserlerinize başlamanız için ilham gelmesini bekler misiniz? ya da ilham aramanın sanatçılıktan uzaklaştırdığını düşünür müsünüz?
KS : Eserlerime başlamak için çok beklemem. Günlük hayatta bir insanın bakışı, duyduğum bir ses, asfaltın griliği, yağmurun yağması benim için yeterli sebeplerdir. Olaylar ve anlar arasında bağlantı kurmayı, hikayeleştirmeyi, nesnelerin ve canlıların hikayelerin aslında ne kadar uç boyutlarda nesnelleştireceğimi düşünürüm. Sanatçı algısı açık, yorum yapabilen, yaratıcı, özgün insan olmalıdır. Zaten bu yüzden herkes sanatçı olamıyor. Resim yapmak ile eser üretmek farklı kavramlar. İlham aranıyorsa bir yerde bir eksik var gibi hissediyorum.
YU : Eserlerinizde farklı malzeme tekniklerinin kullanıldığı, sürrealist anlatım etkileri görüyoruz. Sizin için öncelik akım mı, teknik mi, tema mı?
KS : Öncelik tema (konu). Farklı malzeme teknikleri değişkenlik göstereceği için çok önemsemiyorum. O an en yakınımda hangi malzeme var ise bir araç olarak kullanıyorum. Akım olarak, her ne kadar uluslararası sürrealist sanatçı topluluğu L’ Age Dor ile yakın temas kursamda, neo ekspresyonist eserler beni heyecanlandırıyor. Özellikle 1980 ve sonrası neo ekpresyonist sanatçılar. Bir yandan yüksek lisans konumun “Sürrealist Kadın Ressamlar” olması sürealizmin geçmişten günümüze değişimide beni etkiliyor. Konularım ise şimdiye, bu ana ait. Artık kimse olduğu gibi değil. Bu çok korkutucu bir heyecan veriyor bana. Konularım kutsal olan, sıradan olan, alışıla gelmiş her kavramın yavaş yavaş yeni değerlere evriliyor. Sanatçı olarak bu hızlı değişimin tanığı olmak ve bunu eserlerime taşımak beni heyecanlandırıyor.
YU : Güzel Sanatlar Fakültelerinde eğitim almak isteyen gençlere tavsiyeleriniz nelerdir?
KS : Mutlaka okuma alışkanlıklarını geliştirmek gereklidir. Felsefe, psikoloji, tarih, bilim ile ilgilenmeyenler oldukları yerde kalırlar. Bol bol hakemli dergilerde yayımlanan makaleler, tezler, nitelikli sanat dergilerini okumalarını tavsiye ederim. Mutlaka dil öğrenmelerini ( litaretür taramaları için ) ve mümkünse iki dil öğrenmek onları daha fazla geliştirecektir. Bölüme girdikleri andan itibaren bunun bir başarı yarışı değil, kendini gerçekleştirme yolculuğu olduğunun bilincinde olmaları gerekli diye düşünüyorum. Önyargı ve sanmak, her insanın en büyük engeli olduğu için farklı olanı denemekten korkmamaları özgüvenlerini geliştirmelerine yardımcı olacaktır. Ama özgüven, gereksiz, şişirme bir özgüven olmadığı zaman faydalı olacaktır. Üretmeyi yaşamlarının parçası olarak görenlerin güzel sanatların disiplinlerinde okumasını tavsiye ederim. Sanatçının hayatında ilk dostu, ilk aşkı, evliliği, ailesi her zaman sanattır. Kısa süreli eğitimle bir noktaya ulaşılmadığının bilincinde olarak güzel sanatlar eğitime başlamanın gerekliliğini düşünüyorum. Meslek sahibi değil, yaşam amacı sahibi olmak için, fakültelerin ilgili bölümlerinde eğitim hayatına başlamalarını tavsiye ederim.
Değerli paylaşımlarından dolayı Kaan Sarı‘ ya teşekkür ederiz.
1969 Elazığ’da doğdu. 1990 Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü’nden mezun oldu. Aynı yıl Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde Öğretim Görevlisi oldu. 1994 Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde Yüksek Lisans, 1999’da Sanatta Yeterlik eğitimini tamamladı. Yurtiçinde 4 kişisel heykel sergisi, 25’i uluslararası olan 28 heykel sempozyumu, yurtdışında ve yurtiçinde çok sayıda karma ve grup sergilere katıldı. 13 ödül aldı. Kamu ve özel koleksiyonlarda, çeşitli müzelerde eserleri bulunan sanatçı halen, Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Çalışmalarını Eskişehir’deki atölyesinde sürdüren sanatçı Heykeltıraşlar Derneği üyesidir.
Yağmur Uyanmış: Eserlerinizde daha çok hayvan figürü üzerinde durmanızın nedeni nedir?
Selçuk Yılmaz: Hayvan figürü daha çok bir simge olarak yer almakta heykellerimde. Aslında bir tür insana özgü değerlerin ve duygu durumlarının hayvan figürü üzerinden yansıtılması diyebilirim. Bunu hayvanlara ve doğaya olan ilgim ve heykellerimin temasını güçlendirdiği için kullanıyorum. Birçok sanat yapıtına konu olan Mitolojik hikayelerde her varlık bir duyguyu veya olguyu gerçeküstü bir dille anlatır. Örneğin heykellerime konu olan Simurg; hikaye biraz uzun ama özetle; efsanede Kaf dağının arkasında olduğu söylenen Simurg’u bulmak üzere yola çıkan bir kuş sürüsünden bahsedilir. Aslında buradaki yolculuk kuşların değil insanın kendisine yaptığı yolculuktur. Edebiyatta da “fabl” örneği, evrensel doğrular ve değerler üzerine yaşamdan alınmış hayvan ve bitki temsilleriyle oluşturulmuş öyküler. Çok ilginçtir ki, Fabl’ın ilk örneklerine Hititlerde rastlıyoruz. Hititler fablları taş tabletlere kazıyarak resmetmişlerdir.
YU: Heykel yapma süreciniz nasıl başlar? Bir heykelin yaratımı nasıl bir süreç izler?
SY: Her heykelim için aynı süreçten bahsedemem. Hangi amaçla yapıldığına, hangi mekanda yer alacağına ve konumuna bağlı olarak değişkenlik gösterir çünkü. Belli bir tema yok ise çoğunlukla zihnimi meşgul eden, etkilendiğim, merak ettiğim konularda düşünme ve o fikrin olgunlaştırılmasıyla süreç başlar. İmgelemimde kurguladığım biçimleri somut biçimlere dönüştürme süreci olan bazen bir eskiz, bazen bir maket, bazen de spontane bir biçimde çalışırım. Kullandığım malzeme türüne ve tekniğine bağlı olarak birbirinden farklı uygulama süreçlerini gerektirir. Şimdi bunları burada sıralamak mümkün olmayabilir. Eğer bir mekana özgü heykel yapılacaksa o mekanın fiziksel yapısı, tarihi, kültürü gibi pek çok veriyi düşünmek gerekir. Bu detayları düşünerek en etkili ve en doğru ifadeyi sunacak malzeme ve tekniği belirlemeye çalışırım. Tüm bu süreçte duygu ve duyarlılığın kaybedilmemesine özen gösteririm.
YU: Eserlerinizde yer verdiğiniz hayvanlar incelendiğinde kuş/güvercin öne çıkmaktadır. Bu hayvanın sizde çağrıştırdığı ve bu çağrıştırma sonucunda eserinize dökmenize sebebiyet veren bir anlam var mıdır?
SY: Aslında evet son dönemlerde kuş figürünü yoğun olarak kullanıyorum. Öncesinde at ve balık figürünü kullandığım çalışmalarım var. Benim için önemli olan hayvanın türünden çok onun çağrıştırdığı ve onunla özdeşleşmiş kavramlar; özgürlük, aydınlanma, hız, göç gibi kavramlar. Belki erken çocukluk dönemlerimden kalma hikayeler, efsaneler; bir Anka Kuşu mesela, Phoenix, Simurg, Zümrüt-ü Anka, Sirenk gibi isimlerle anılır. Küllerinden doğan, ölümsüzlük, spiritüel aydınlanma ve reenkarnasyon sembolü evrensel bir mit. Belki de doğayla olan iletişimim, doğayı ve insanı anlama merakım; hayvanlar, bitkiler, taşlar, gökyüzü ve doğadaki pek çok nesne.
YU: Heykellerinizi metal kullanarak yapmanızın özel bir sebebi var mı? Farklı materyallerin kullanmayı da tercih eder misiniz?
SY: Hem var hem yok diyebilirim. Her malzemenin görsel ve fiziksel etkileri, olanakları ciddi farklılıklar gösterir. Bu nedenle heykellerimde en doğru ve etkili sonucu alabileceğim malzemeyi tercih ederim. Farklı materyalleri de yoğun olarak kullanıyorum aslında. Taş, bronz döküm, ahşap gibi. Ama bu dönem için en çok kullandığım malzemenin metal olduğunu söyleyebilirim. Metal kullanmayı seviyorum çünkü, sınırsız biçimlendirme yöntemleri ve ısıl işlem süreçleri malzemeyi gizemli ve çekici kılıyor. Ayrıca benim için önemli iki nedeni var; ekleme ve çıkarmaya uygun olması ve istenilen boyutlara ulaşılabilecek direnç ve kalıcılığa sahip oluşu. Bu kadar övgüden sonra sunu söylemek yerinde olacaktır. Günümüzde geleneksel heykel malzemeleri dışında aklınıza gelebilecek her şey heykelin malzemesi olabilir.
YU: Metallerle çalışmanın en zor yanı nedir?
SY: Metaller kendi içerisinde oldukça farklı özelliklere sahiptir. Bunlardan sıklıkla heykelde kullanılan birkaçını sayacak olursak: Çelik, Paslanmaz çelik, Bakır, Bronz, Alüminyum. Zorluk malzemeden çok heykelin biçimi ve tekniğiyle ilişkili bir durumdur. Bronz döküm Lost Wax (yitik mum) tekniği mesela; tek bir aşamada sonuçlandırabileceğimiz bir şey değildir. Çok kısa anlatacak olursak, model oluşturma, zaman zaman taşıyıcı bir konstrüksiyonu da gerektirir. Yapılan modelin kalıbının alınması, alınan kalıptan mum model elde edilmesi, Mum modelin 1200 C ye dayanacak bir bronz döküm kalıbının oluşturulması, kalıp içerisindeki mum ve nemin tamamen uzaklaştırılacağı bir fırında pişirilme süreci… 1200 C de ergimiş bronzun kalıba dökümü, kalıbın kırılması, tesviye ve patina gibi karmaşık, bir uygulama süreci.
YU: Heykel yapımında diğer sanat dallarından farklı olan nedir? Heykeltraşlıkta başarılı olmak için ne tür özelliklere sahip olmak gerekir?
SY: Öncelikle atölye ortamı; teknik ve malzeme çeşitliliğine
bağlı çalışma koşulları sayılabilir. Kullandığınız malzemelere bağlı; ağırlık,
ses, toz, koku, duman gibi zorlu uygulama süreci diyebilirim. Sonrasında
da taşınması ve sergilenmesi gibi
zorlukların devam ettiğini söyleyebilirim.
Günümüzde başarılı olmak için birtakım özellikler sıralamak pek gerçekçi olmayabilir. Örneğin, el becerisi ve fiziki kuvvet önemli olsa da, yeterli değildir. Ancak bir avantaj sağlayabilir. Duygu, akıl, tutku, istek, çaba ve özgünlük önemlidir diye düşünüyorum.
YU: Eserlerinizin hakkettikleri değeri ve ilgiyi aldığını düşünüyor musunuz?
SY: Evet. Heykelin Türkiye’deki yerine bakacak olursak son yıllarda giderek artan bir ilgiden söz edebiliriz. Sergiler, sempozyumlar, koleksiyonlar, müzeler ve kamusal mekan uygulamalarıyla heykele verilen değerin arttığını gözlemleyebiliriz. Bunun yanında, taşıma, depolama, ve sergileme süreçlerindeki zorluklar ilginin azalmasına da neden olabilmektedir.
YU: Tarzından esinlendiğiniz bir heykeltraş ya da sanatçı var mı?
SY: Özellikle tek bir sanatçı veya bir heykeltıraş yok aslında. Ancak etkileşim kaçınılmazdır. Birçok öncü sanatçı, heykeltıraş, uygarlık ve kültüre ait değerleri özümsediğimi düşünüyorum.
YU: Eserlerinizin zihninizin bir yansıması olduğunu söyleyebilir misiniz? Yaptığınız heykeller kendinizi topluma yansıtma şekliniz midir?
SY: İnsan evrende belli bir kütle ve harekete sahiptir. Bu kütle ve hareketiniz zihninizle eşgüdüm içerisindedir. Bazen bir fotoğrafın dondurduğu an, bazen sürüp giden bir zamanı duyumsatır. Duyumsatmak kavramı doğru bir ifade sanırım. Gizemini koruyan, durağanlığın altında enerji ve duygu yüklü bir anlatım isteği. Malzeme ve tekniğin sınırlarının zorlandığı, ışık geçiren mermer bloklar, yay gibi incelen bir bacak üzerinde koşan bir at, denge ile ilgili heykeller. Bir eser sanatçısından bağımsız düşünülemez. Çünkü bir şiir, resim, veya heykel yazarın veya sanatçısının duygu, düşünce ve birikimini yansıtır. Şair sözcükler, Ressam renkler, Heykeltıraş biçimlerle ifade eder. Çoğunlukla böyle olduğunu düşünüyorum. Ancak her zaman bir yansıtma olarak karşımıza çıkmayabilirde. Biraz da izleyiciyi sürece dahil etme isteği belki. Heykellerim imgelemimde kurguladığım biçimlerin bir yansımasıdır.
YU: Yapımı esnasında çok büyük bir hata yaptığınız bir eseriniz oldu mu? Olduysa problemi nasıl çözdünüz? Çözebildiniz mi?
SY: Taş ve metali birlikte kullandığım heykellerimde taşın istenmeyen bir yerinden kopması veya kırılması sorunları yaşadım. Oradaki problemi gidermek için o bölümü tekrar kurguladım. Bu tür sorunlar genellikle yontuya dayalı malzemelerde yaşanır. Hatanızı telafi edebilecek malzemelerde keser, kaynaklar, tesviye eder kurtarırsınız. Taş ve ahşap gibi ölçekli ve modele bağlı bir çalışma yaparken böyle bir talihsizlik yeni bir materyalle işe başlamanızı gerektirebilir.
Değerli paylaşımlardan dolayı Selçuk Yılmaz‘a teşekkür ederiz.
1985 yılında İzmir’de doğan Barış Karayağmurlar, İç mimarlık lisans ve yüksek lisans eğitimini Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesinde tamamladı. Tasarımlarında kullanıcıların en doğal akış ile kendi normalini kolayca yaşayabileceği çözümler üreten Karayağmurlar iki yüzün üzerinde iç mekan tasarıma imza attı. Meslek hayatına Caffe Nero Türkiye’nin Tasarım ve Geliştirme Yöneticisi olarak devam etmektedir.
YU: İç Mimarlık okumaya nasıl karar verdiniz ve bu kararı verdiğinizde çizim yeteneğiniz var mıydı? Yoksa sonradan gelişen bir süreç mi oldu?
BK: İç mimarlık okumaya uzun ve karmaşık bir yoldan sonra karar verdim. Bizim dönemimizde yedi sene olan Anadolu Lisesinde öğrenciyken arkadaşlarımın ve çevremin genel yaklaşımı mühendislik eğitimi almak üzerineydi. Ben de bu çevrenin içinde benzer düşünceler içindeyken en çok ilgilimi çeken şeylerin aslında mühendislik veya tıp gibi konular değil sanat ve tekniği birleştirebileceğim tasarım alanları olduğunu düşünmeye başladım. Fikirlerim henüz netleşmemişken üniversite sınavı geldi çattı. O sene Ankara Üniversitesi Mühendislik Fakültesine yerleştim ama bir yandan da birkaç üniversitenin yetenek sınavlarında tam anlamıyla şansımı denedim. Bu sınavlarda elbette başarısız oldum. Halihazırda bir üniversitenin öğrencisi olmanın da verdiği rahatlıkla ne yapmak istediğimi daha rahat analiz ettiğim bir zaman sonrasında İstanbul’da bir üniversitede iç mimarlık veya endüstri ürünleri tasarımı öğrenimi görmeye karar verdim. Bu kararı verdiğimde çizim yeteneğim göreceli olarak vardı ama sınava yönelik bir miktar hazırlık yapmam da gerekti. Hedefim kesinleşmişken girdiğim ilk sınavda Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi İç Mimarlık bölümünü kazandım.
YU: Ülkemizde bazı üniversitelerde iç mimarlık alanında yetenek sınavlarının kaldırılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
BK: İç mimarlık öğrenimi görmeye yetenek sınavı ile hak kazanmış biri olarak fikirlerim garipsenebilir ama yetenek sınavlarının kaldırılmasını birçok neden bağlamında olumlu buluyorum.
Yetenek sınavlarına hazırlanmayı sağlayan, yıllardır yapılan sınavların tahmin edilebilir soruları üzerinden neredeyse kazandırma garantili kurslar nedeniyle kısa sürede sınav kazanır hale gelmiş çok sayıda öğrenci okullara yerleşiyordu. Matematik, fen, edebiyat gibi işimizin temelini oluşturan becerilerden uzak öğrencilerin bu şekilde hak kazanması bence yöntemin problemli olduğunu gösteriyordu.
Yeteneğin iyi çizebilmek ve ya iyi enstrüman çalabilmekten ötede iyi araştırma, analiz, kurgu ve problem çözebilmek olduğuna inandığım için, uzun vadede yetenek sınavlarının tekrar gündeme gelmesi ve daha farklı yaklaşımlarla yapılmasının olumlu olabileceğini düşünüyorum.
YU: Mimarlıkla sanat arasındaki bağlantıyı siz nasıl tanımlarsınız?
BK: Bu konuda Kant, Hegel gibi filozofların tanımları ve ünlü kuramcıların formülleri varken benim tanımım fazlaca çaresiz görünebilir. Şu anda bu zor soru karşısında köşeye sıkışmış cahil bir filozof olarak cevabım; Zaman ve mekân ilişkisini bir şarkı olarak ele alırsak; Mimarlık ve sanat, şiir ve beste gibi iki bileşen. İkisinin de ayrı ayrı zamanı ve mekân ilişkisini tanımlayabilir örnekleri dahi birbirlerini içeriyor.
YU: İç Mimarlık dışında sanatla ilgilenmeye ne kadar vakit ayırabiliyorsunuz, nasıl vakit ayırıyorsunuz?
BK: Aslında bir önceki soruya cevabımı pekiştiren bir şeyler söyleyeceğim, sanata vakit ayırmak gibi bir kaygım yok. Çünkü işlerimi üretirken plastik sanatlar, müzik, edebiyat üreticilerinin eserlerinden edindiklerimle fonksiyona yönelik pratik çözümleri harmanlayarak bir çıktı oluşturuyorum. Kısaca cevabım; Sürekli sanatın içinde olmam gerekiyor.
YU:Tasarımlarınızda işlevi mi estetiği mi daha önde tutuyorsunuz?
BK: Ağırlıklı olarak ticari mekanlar çalıştığım için işlevin önde olması gerekiyor. İşlevler netleştirildikten sonra estetik yaklaşımla tekrar ele alıyorum.
YU: İham aldığınız veya esinlendiğiniz bir akım var mı? Varsa hangisi olduğunu açıklar mısınız?
BK: Hemen her akımın kendine has güzelliği ve çağına uygun çözümlerini çağdaş yorumlarla kullanıyorum. Üslup olarak eklektisizmi benimsemiş değilim ama işlerimin eklektik olduğunu söyleyebilirim.
YU: Bir iç mekan çizimine nasıl başlamayı uygun görürsünüz? Neden
BK: Çokça kabul edilen yöntem plan çizimleri ile başlamak olsa da yaşadığımız mekanları plan değil perspektif olarak algıladığımız için genelde perspektif eskizleriyle başlayıp paralel olarak plan eskizleri ile devam ediyorum.
YU: Bir iç mimar olarak ülkemizde ve dünyada sizi etkileyen yapılar var mı? Varsa nedenlerini ve farklarını açıklar mısınız?
BK: Birçok yapı ve mekan var; şu anda aklıma gelen Botter Apartmanı var mesela İstiklal Caddesinde. Şimdi önünde inşaat kapaması olsa da yıllarca önünden gelip geçerken kendini gösteren art nouveau üslubundan hep etkilendim. Le Corbusier’in Villa Savoye’u çağına göre öncü yaklaşımlarıyla hep ilham aldığım bir yapı.
YU: Sanatta AI kullanımı nasıl değerlendiriyorsunuz?
BK: Kaçınılmaz olarak görüyorum, AI kullanımı son bir yılda o kadar ulaşılabilir hale geldi ki bu röportajın bile tamamı ChatGPT ile türetilebilirdi. Midjourney veya Dall-e ile yapılan her işi sanat olarak göremeyiz elbette ama bu güçlü araçları kullanmamak için direnmek çok romantik olur.
Ben de projelerim için daha fazla alternatifi kısa sürede üretmek için bu araçları hemen her gün kullanıyorum.
YU: Şu ana kadar sonucundan en memnun olduğunuz projeniz hangisidir? Yapım sürecini diğer projelerin sürecinden ayıran etkenler var mıydı?
BK: Şu an elimde olsa tüm projelerimi yeniden yapmak isterdim. Yapımı tamamlanmış projelerim ile aşk-nefret ilişkisi yaşayıp duruyorum. Oluşturduğum mekanlarda hedeflediğim algı ve fonksiyonu kullanıcılar ne kadar sorunsuz yaşasalar da bu oluşturduğum kurgu içinde hep bir izleyici olarak kalıyorum.
Yakın zamanda tamamladığım Pangaltı Caffe Nero mağazası memnun olduğum projelerimden bir tanesi. Yapım süreci nispeten uzundu. Projelendirme ve uygulama aşamalarını çok az zaman farklarıyla birlikte yürüttüğümüz bir çalışmaydı. Bina ve çevrenin ölçek zorlukları temel problemdi. Bu problemlere çözüm üretirken optik illüzyon dahi kullandım.
Değerli paylaşımları için Barış Karayağmurlar’a teşekkür ederiz.
1982 yılında Tekirdağ’da doğan Güliz Baydemir, 2001 yılında birincilik ile girdiği Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim bölümünden 2005’te ikincilikle mezun oldu. Ardından Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nde Araştırma Görevlisi olarak çalışmaya başladı ve “Resim Yapıtında ‘Anı’ Olgusu Üzerine Araştırma ve Uygulamalar” adlı tezi ile yüksek lisans programından mezun oldu. 2010-2016 yılları arasında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde araştırma görevlisi olarak görev yaptı ve “Türk Resim Sanatında Renk Kullanımı” adlı eser metnini yazarak Resim Ana Sanat Dalı’nda Doktora/Sanatta Yeterlik eğitimini tamamladı. 2018’de ÇOMÜ GSF Resim Bölümünde Doktor Öğretim Üyeliğine atandı. Halen aynı kurumda görevine devam etmektedir. Baydemir’in eserleri Türkiye’nin çeşitli şehirlerinin yanı sıra, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Makedonya, Arnavutluk, Kosova, Kore, Japonya, Çin, Azerbaycan, Kazakistan ve KKTC, gibi çeşitli ülkelerde sergilendi. 2011-2012 yılları arasında öğrenci değişim programıyla Academia di Belle Arti di Urbino’da öğrenim gördüğü süreçte İtalya’da da karma sergilere katılıp bir kişisel sergi açmış olan sanatçı, kariyeri süresince yurt çapında düzenlenen çeşitli yarışmalarda dereceler kazanmıştır. Eserleri yurt içinde ve yurt dışında çeşitli kamu sal ve özel koleksiyonlarda yer almaktadır (Türkiye Büyük Millet Meclisi, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhuriyet Meclisi, Polimeks, Akkök Holding, Halat Holding,,Trakya Birlik, vb.). Baydemir sanat çalışmalarını Çanakkale’de sürdürmektedir.
Nisa Koparan : Yurt dışına çıktığınız ve İtalya’da öğrenim gördüğünüz süreçte şahit olduğunuz sosyokültürel farklıların çalışmalarınıza yansıdığını düşünüyor musunuz? Gözlemleriniz sonucunda farklı bir atmosferi deneyimlemek bireyin sanat algısını şekillendirmede etkili olabilir mi?
Güliz Baydemir : Aslında o dönem “Sessiz Bölge” adlı resim serimde mimari yapılara, ve doğa görünümlerine odaklanmıştım. İtalya da Türkiye gibi bir Akdeniz ülkesi ve benzer coğrafi özelliklere sahip olduğu gibi insanların kişilikleri de benzer diyebilirim. Ben Kuzey İtalya’da Marche bölgesinde öğrenim gördüm ama Güney İtalya’da Calabria bölgesinde bir kişisel sergi açma fırsatım oldu. Özellikle Güney İtalya’da insanların sıcakkanlılık ve misafirperverlikleri Türkiye’dekinden farksızdı. Endülüslerin etkisi şehirlerin mimarisinde de göze çarpıyordu.Yine Türkiye’de olduğu gibi İtalya’da da her farklı bölgede kendine özgü bir mimari ve sosyokültürel bir yapı ile karşılaşıyorsunuz aslında. Ama tabi İtalyan mimarisine dair unsurları Sessiz Bölge adlı serimde görebilirsiniz. Palazzo Ducale’nin duvarları, kale surları, Yine aynı seride komşu ülkelerin diğer şehirlerine yaptığım yolculuklarda; Paris ve Sevilla gibi şehirlerden mirari kesitler resimlerime dahil oldu.. Aslında sanatçının üslubunu belirleyen öğelerin , içinde bulunduğu tarih, coğrafya ve psikoloji olduğunu düşünürsek farklı ülkelerde bulunmanın sanat algısına da bu bağlamda etkisi olduğunu söyleyebiliriz.
NK : Sanat ve küresellik arasındaki bağın sizin için taşıdığı anlam nedir? Bir sanatçının yurt dışındaki sergilere katılmasının küresel profili açısından ona nasıl katkıları olacağına inanıyorsunuz?
GB : Sanat zaten anlamı açısıdan evrensel olandır ya da evrensel olabilmelidir. Farklı kültürden sanat alımlayıcılarının bakış açılarını deneyimleyebilmek için bir sanatçının eserlerinin farkı ülkelerin izleyicileriyle buluşmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Özellikle büyük bir hızla her şeyin globalleştiği günümüzde yerel olanı global algıya sunuş biçiminizin özgün kişisel dilini geliştirebilmek adına özellikle gençlere tavsiyemdir.
NK : Yapıtlarınızda işlediğiniz konuları sizin için özel kılan nedir?
GB : Aslında hemen her serimin kişisel anılarımdan doğmakta ve onların etkisiyle şekillenmekte olduğunu söyleyebilirim. Dolayısıyla bu noktada öznelleşiyorlar.
NK : Hayatınızda sanata olan bakış açınızı değiştiren bir dönüm noktanız var mıydı? Varsa hangi yönde değiştirdi?
GB : Dönüm notası diyebileceğim bir an yok aslında. Her şey süreç içinde gelişti ve evrildi diyebilirim. Bu şekilde de devam ediyor.
NK : “Resim Yapıtında ‘Anı’ Olgusu” üzerine bir araştırmanız var. Peki anı olgusu bir kişinin sanat anlayışını nasıl değiştirebilir?
GB : Aslında değiştirmek değil de oluşturmak dersek belki de daha doğru olur. Anı olgusunun algılarımızı şekillendirmekle başladığı süreç, kişiliğimiz ve dolayısıyla tüm yaşantımızı şekillendirerek devam etmektedir.Öte yandan anıların insanı tarihsel geçmişine bağlayan bilgiler olduğu da söylenebilir. Sanatçının kişiliği, psikolojisi ve çevre faktörlerinin sanat yapıtının oluşumunda oynadığı rol bağlamında; anı olgusunun yaratımdaki etkisi sanat yapıtının oluşum sürecinde kişisel ve toplumsal anıların yeri ve önemini desteklemektedir. Tarih boyunca sanatçılar, kendi yaşantılarına ait izleri ve çevrelerine ait gözlemlerini yapıtlarına aktarmışlardır. Özellikle Freud’un Leonardo da Vinci’nin bir çocukluk anısı saptamasında olduğu gibi, yaratım sürecinde bilinçaltı içeriğin sanatsal eyleme dönüştürülerek dışa vurulmuş olduğu izlenmiştir. Caspar David Friedrich ve Edvard Munch, Frida Kahlo, Paula Rego gibi sanatçıların kişisel anılarını, kimi zaman kendilerine özgü semboller kullanarak, kimi zaman da doğrudan, resimlerine aktardıkları görülmüştür.
NK : Sizi sanat yapmaya yönelten motivasyonunuz nedir?
GB : Yaratma ve kendini var etme içgüdüsü diyebilirim. Belki de hayatımız boyunca kontrolünün sadece kendimize ait olduğu şey sanat eserlerimiz aslında.
NK : Eserlerin maddi karşılığını belirlemede hangi faktörler etkili oluyor?
GB : Bu henüz benim de cevabını bulamadığım bir soru. Benim için işin yaratım kısmı pazarlama kısmından daha ön planda.
NK : Son zamanlarda takip ettiğiniz veya rol model olarak benimsediğiniz sanatçılar veya edebi, felsefi figürler var mıdır?
GB : Yakın zamana kadar Nietzsche, Sartre, Kafka gibi yazarlar, Varoluşçular ve Nihilizmden etkilendiğimi söyleyebilirim.
NK : Yavaş yavaş toplum üzerindeki etkisini yitirdiği söylenen pandemi sürecinin size ve sanatınıza etkisini nasıl değerlendirirsiniz? Pandeminin yaratıcılığa, düşünsel dünyaya ve sanat ruhuna zarar verdiğine dair düşüncelere yorumunuz ne yönde olur?
GB : Ben tam tersini düşünüyorum, pandeminin insanları daha bireyci hale getirdiğini ve bu açıdan toplumsal ruha zarar veriğini söyleyebiliriz. Ama sanatçı yalnızken ve asosyalken daha üretken olabilir aslında. Bu açıdan sanatçıların pandemiyi olumluya dönüştürdüğünü ve daha fazla sanatlarına yoğunlaştıklarını, özellikle pandeminin sanatçıları insan ve doğa ilişkisini sorgulamaya ittiğini ve sanatçıların bu bağlamda işler üretmeye ağırlık verdiklerini gözlemliyorum.
Değerli paylaşımları için Güliz Baydemir‘e teşekkür ederiz.